Nihayet, kimi bilim insanları, aydınlar ve siyasetçiler tarafından “100 Yılın Seçimi” olarak tanımlanan 14 Mayıs seçimleri için son düzlüğe girildi. Önümüzdeki pazar günü, sandıklar kurulacak, oylar kullanılacak ve seçim süreci tamamlanacaktır. Böylelikle, sandıktan çıkacak sonuçlara uyduğunu düşündüğümüz çok güzel bir deyimle ifade edecek olursak; seçimlere giren adaylar ve siyasal partiler için “takkeler düşecek ve keller görünecektir.” Bizim, 1839 Yılında ilan edilen Tanzimat Fermanıyla başlatacak olursak; yaklaşık olarak 150 yıllık bir demokrasi mücadeleleri tarihimiz ve dolayısıyla seçimler de demokrasinin ayrılmaz ve olmazsa olmaz bir unsuru olduğu için, buna bağlı olarak bir de seçimler tarihimiz vardır. Tabii demokrasi dediğimiz popüler kavram, sonuçta bir yönetim biçimidir. Bir yönetim biçimi olarak ülkelerin Anayasalarında ve yasalarında yazılı olarak yer almaktadır. Elbette ki, seçimlerin yapılabilmesi için de birtakım yasal düzenlemeler yapılmıştır. Ancak bir ülkenin gerçekten demokratik bir ülke ve o ülkede yapılan seçimlerin de gerçekten temsilde adaleti sağlayan, adil, tarafsız ve özgür seçimler olarak kabul edilebilmesi için, o ülkede sadece kâğıt üzerinde bazı yasal düzenlemelerin yapılmış olması tek başına yeterli bir unsur ve özellik değildir. Yani kısaca ifade edecek olursak, demokrasinin de demokratik bir yönetim oluşturabilmek için yapılacak olan seçimlerin de yasal olmanın yanında bir de ekonomik ve kültürel boyutları vardır. Ekonomik boyutta, ulusal gelirin nispeten de olsa dengeli ve adil dağıtılmadığı, kişilerin ekonomik özgürlüklerine sahip olamadıkları ve bireylerin, güçlü sosyal güvenlik sistemleriyle çok sağlam güvencelerle korunmadıkları toplumlarda çağdaş, sağlıklı ve gerçek bir demokrasi kurulabilmesinin oldukça zor olduğunu söylemek mümkündür. Kültürel boyutta ise demokrasinin; o toplumda yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğu tarafından içselleştirilmiş olması; yani bir yaşam biçimi olarak benimsenmiş olması gerekmektedir. Aksi takdirde demokrasi, kâğıt üzerinde kalan biçimsel bir yönetim biçimi olmaktan öteye geçemez. Bireylerin, siyasal karar ve tercihlerini kendi özgür iradeleriyle belirleyemedikleri, çeşitli korkulardan, yönlendirme ve baskılardan ve küçük çıkar hesaplarından uzakta, kendi başlarına kimlikli, kişilikli ve doğru kararlar alamadıkları; aşiretleşmiş, cemaatleşmiş ve önyargılarla kutuplaşmış toplumlarda; ulusal iradenin de serbest, bağımsız ve özgür bir biçimde belirlenip, tecelli edebilmesi beklenemez. İşte bizim ülkemizde, ekonomik boyutta demokrasinin ekonomik alt yapısı yeterince oluşturulamamış ve kültürel boyutunda ise ne yazık ki, toplumumuzda istenen ve olması gereken düzeyde bir demokrasi kültürü geliştirilememiştir. Elbette ki, bu kültürü geliştirmek de öyle göründüğü kadar kolay ve sıradan bir iş değildir. Bunun için o toplumun binlerce, hatta bazen on binlerce yıllık bir demokrasi geleneğinin olması ve yeterli bir demokrasi deneyim ve birikimine sahip bulunması gerekmektedir. Bugün siyasetçilerimizin dillerinden düşürmediği demokrasi sözcüğü Yunanca kökenlidir. Yunancada demos, (insanlar) ve kratos (yönetmek) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiştir. Siyaset biliminde çok ayrıntılı ve çok çeşitli demokrasi tanımlarına yer verilmiştir. Ancak demokrasiyi sözlük anlamına göre kısaca “halk yönetimi”, “halk iktidarı” veya “iktidarın halka ait olması” şeklinde tanımlayabiliriz. Demokrasinin kökeni antik Yunan kent devletlerine kadar uzanmaktadır. Demokrasi yüzyıllar boyunca kötü yönetim biçimleri arasında gösterilmiştir. Platon (Eflatun), demokrasinin çok güçlü denetim mekanizmalarıyla çok sıkı bir biçimde denetlenmediği takdirde bozulmaya en elverişli yönetim biçimi olduğunu, bunun oklokrasi (ayak takımının siyasal iktidarı) ve tiranlığa yol açacağını, tiranlığın ise devletin en kötü hastalığı olduğunu söylemiştir. Aristo demokrasiyi doğru Anayasadan sapma olarak tanımlamıştır. Immanuel Kant 1795’te demokrasiden “despotizm” olarak söz etmiştir. Demokrasi kavramı asıl gelişmesini, sanayi devriminden sonra göstermiş ve siyasetteki saygınlığını ise günümüzde henüz, yeni yeni kazanmaya başlamıştır. Günümüzde, Birleşmiş Milletlere üye olan devletlerin hemen hemen tamamı demokratik devletler olduklarını iddia etmektedirler. Ancak bir ülkede sadece seçme ve seçilme hakkının kullanılıyor olması o ülkenin demokratik bir ülke olması için yeterli değildir. Bu açıdan bakarsak; seçimle iktidara geldiklerini, dolayısıyla demokratik bir yönetime sahip olduklarını savunan İbrahim Reisi, Abdulfettah es-Sisi, Beşar Esad, Vladimir Putin ve Volodimir Zelenski yönetimleri gibi yönetimler, demokratik yönetimler arasında sayılamazlar. Ülke yönetimleri asıl demokratik kimliklerini; o ülkede düzenli ve özgür seçimlerin yapılmasının yanı sıra, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, düşünce ve ifade özgürlüğü, insan ve yurttaş haklarına saygı, sivil toplumun katılımı, medyanın tamamen özgür olması ve serbest ve bağımsız bir kamuoyunun varlığı gibi özelliklerinden alırlar. Ne yazık ki, bizim ülkemizde bu özellikler zedelenmiş ve zayıflamıştır. Halen uygulanmakta olan ve siyaset bilimi literatüründe bir örneği daha bulunmayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi nedeniyle ülkemizdeki demokrasi, adeta bir yönetemeyen demokrasi haline gelmiştir. Bu nedenle ülkemizin acil çözüm bekleyen yaşamsal derecede önemli toplumsal sorunları çözülememekte, ülkemiz iyi yönetilememekte ve adeta savrulmaktadır. Siyasal partiler arasındaki rekabet, bir kan davası gibi algılanmakta ve zaman zaman düşmanca bir mücadeleye dönüştürülebilmektedir. Ekrem İmamoğlu’nun Erzurum Mitinginin engellenmesi çabaları bunun en belirgin ve somut örneklerinden birisidir. Bu siyasal şiddet anlayışı, 1889’da kurulan ilk siyasal partimiz olan İttihat ve Terakki Partisinden kalan kötü bir miras olarak ne yazık ki bugünlere kadar taşınmıştır. Ülkemizdeki bazı siyasal partilere; her ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmek ve bir daha da hiçbir surette iktidardan gitmemek gibi marazi bir anlayış hâkim olmuştur. İktidara gelmek için her yolu mübah sayan Makyavelist bir yaklaşım, geçerli bir siyaset yöntem ve tekniği olarak ön plana çıkmış ve yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Ön seçimler kaldırılmış, milletvekili adayları siyasal partilerde tek seçici konumunda olan bazı muktedirler tarafından belirlenmeye başlanmıştır. Bu nedenle halk, vekillerini tanıyamaz hale gelmiş, siyasetten soğumuş ve uzaklaşmıştır. Geniş halk kesimleri, siyasal karar alma süreçlerinden uzaklaştırılmıştır. Halkın siyasetteki rolü sadece seçimden seçime sandığa giderek, bilmediği ve tanımadığı birtakım isimlere oy vererek bunları sandığa atmak düzeyine indirgenmiştir. Bu nedenle geniş halk kesimleri siyasetten ve siyasetçiden umudunu kesmiştir. Ülkemizde ne yazık ki, seçimlerde kullanılan oylarla, seçim sandığı yoluyla siyasal iktidarları değiştirme geleneği yeterince gelişmemiştir. Bu nedenle uzun yıllar boyunca iktidarda kalan ve hiç değişmeyen yöneticiler, Ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’in tanımlamasıyla seçilmiş birer padişaha dönüşmüştür. Oysa sağlıklı bir demokrasi, bir yönüyle de siyasal iktidarların zaman zaman seçimler yoluyla ve tamamen demokratik yol ve yöntemlerle değiştirilebildiği bir sistemdir. Yani demokrasi, aynı zamanda değişim demektir. Bu değişimin ülkeler ve toplumlar açısından sayılamayacak kadar çok yararları vardır ki, bu önemli sorun da başka bir yazının konusudur. Unutulmamalıdır ki, dünyadaki hiçbir sorun, o sorunu yaratanlar tarafından çözülememiştir. Bu nedenle ülkemizde ortaya çıkan sorunların çözümü için her alanda bir değişim ihtiyacı kendisini çok güçlü bir şekilde hissettirmektedir. Ne yazık ki, ülkemizdeki siyasal iktidarlar ancak ya askeri darbelerle ya da büyük ekonomik krizler sonrasında sancılı bir biçimde değişebilmektedir. Bugüne kadar yaşanan genel seçim deneyimleri göstermiştir ki, Türkiye’de yarattıkları yüksek enflasyon nedeniyle paranın değerini düşüren ve milli gelir pastasını küçülterek halkı yoksullaştıran siyasal iktidarlar, koltuğa ne kadar tutunmaya çalışırlarsa çalışsınlar iktidarlarını sürdürememişlerdir. Umut edelim ve bekleyelim ki; 14 Mayıs seçimlerinde halkımız, tamamen dingin bir barış ve kardeşlik havası içerisinde, kansız, kavgasız ve gerçekten güvenli seçim ortamlarında kullanacağı bilinçli oylarıyla bir siyasal iktidarı demokratik yol ve yöntemlerle değiştirme gücünü, iradesini, beceri ve yeteneğini gösterebilir. Ve böylelikle de siyasal tarihimizde ilk defa olarak, zaten iyi işemeyen ve az gelişmiş olan demokrasimiz de bir bakıma rüştünü ispatlamış olur.

MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL