Atalarımız; “sayılı günler tez geçermiş” diye ne de güzel söylemişler. Nitekim, eğitim dünyamızda son günlerde yaşadığımız süreçler, bu özlü ve güzel sözün doğruluğunu bir kez daha kanıtlayan ve haklı çıkartan gelişmelere sahne oldu. Her zaman, geriye döndürülemez biçimde hep ileriye doğru akıp giden zaman, büyük ozanımız Nazım Hikmet’in ünlü “Salkım Söğüt” şiirinde tanımlamaya çalıştığı “rüzgâr kanatlı kızıl atlılar” gibi büyük bir hızla, rüzgâr gibi geldi ve geçti. Uzun mektep tatili bitti. Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarımız, nihayet kapılarını açtılar. Ders zillerini çaldılar. Bu hafta başında öncelikle, eğitimlerine henüz başlayan okul öncesi ve ilk okul birinci sınıf öğrencileri ders başı yaptılar. Sınıflarında, sevgili, biricik, özgüvenli, önder, özverili ve sevecen öğretmenleriyle tanışıp kucaklaştılar. Okul avluları, adeta bir çiçek bahçesinin rengârenk görüntülerine sahne oldu. Sınıflar, bir bayram yerinin sevinçli ve coşkulu cıvıltılarıyla şenlendi. Gelecek hafta başında ise, tüm sınıflar ders başı yapacaklar. Sınıf arkadaşları, öğrenciler, öğretmenler, eğitim emekçileri ve eğitimin tüm paydaşları, uzun bir tatilden sonra yeniden bir araya gelecekler. Özlem giderecekler. Aynı bayram havası, aynı sevinç ve coşku tüm okullarda bir kez daha aynı şekilde yaşanacak. Ve böylece, uzun, yorucu ve meşakkatli bir eğitim-öğretim dönemi daha başlamış olacak. Tabii bu mutluluk tablosu, bizim eğitim tarihimizde, eğitim geleneklerimizde ve eğitim kültürümüzde var olan ve aslında günümüzde de doğal olarak var olması gereken olağan bir mutluk tablosudur. Aslında çağdaş, bilimsel, nitelikli, etkili ve adaletli bir eğitim sisteminde okullar, sabah kalktıklarında öğrenci ve öğretmenlerin bir düğün yerine, bir bayram yerine koşar gibi sevinç ve coşkuyla koşuştukları, sınıflarında ders, laboratuvarlarında deney yaparlarken öğrenmenin mutluluğuna eriştikleri yerler olmalıdır. Ancak geliniz görünüz ki, bizim eğitim sistemimizde bu mutluluk tabloları artık çok çok gerilerde kalmıştır. Ne yazık ki mevcut eğitim sistemimiz, eğitimle ilgili hiç kimseyi bir türlü mutlu edemeyen ucube ve köhne bir yapıya dönüşmüştür. Türk eğitim tarihindeki nispeten nitelikli, öğrenci ve öğretmenlere kıvanç veren, eğitim paydaşlarını mutlu eden eğitim dizgesi; 1920’li yıllarda Mustafa Necati’lerin, Reşit Galip’lerin ve Hasan Ali Yücel’lerin kurdukları, öğretmene maddi ve manevi olarak her açıdan değer veren, öğretmenliği saygın bir meslek haline getirerek yücelten, her öğrenciyi vatan evladı olarak gören; onları, fırsat eşitliği içerisinde sevgiyle ve ciddiyetle kucaklayarak eğiten “Humanizm Eğitimi Sistemi”inde, 1940’larda Köy Enstitülerinde ve 1950’li, 1960’lı yıllardaki eğitimin sadece devlet okullarında ve her düzeyde parasız olarak yapıldığı, toplumcu, kamu yararını gözeten, gerçekten bilimsel, demokratik ve laik eğitim sitemlerinde bir süre yaşanmış ve daha sonra da adeta tarihin tozlu raflarına kaldırılarak unutulmaya terk edilmiştir. Bizim eğitim sistemimizdeki bozulmalar, 1963 yılında Amerikan’dan gelen sözde eğitim uzmanlarının Millî Eğitim Bakanlığı’nda kurdukları ve adına “Test Bürosu” denilen idari birimin çalışmaya başlamasıyla birlikte başlamıştır. Bu uzmanlar o yıllarda, müfredatımız, öğrencilerimiz ve öğretmenlerimiz üzerinde adeta deneme yanılma yoluyla diyebileceğimiz çeşitli araştırma, inceleme ve deneyler yapmışlardır. Bunun sonucunda güya elde ettikleri bulgularla; ne yazık ki, o zamanki Millî Eğitim Bakanlığı yetkililerini; eğitim sistemimizi uygulamalı mesleki eğitimden uzaklaştıran, müfredatı somut, pratik ve yararlı derslerden uzaklaştırarak soyutlaştıran, ülke gerçekleriyle asla bağdaşmayan, amacı ve hedefi belli olmayan öğretim sistemlerini ve işlevsel olmayan ölçme ve değerlendirme yöntem ve tekniklerini benimsemeleri yönünde etkilemişlerdir. Zaman içerisinde gelen giden her siyasal iktidar, eğitim sistemi üzerinde kendi siyasal amaçları doğrultusunda işlevsel olmayan, günü birlik, gelip geçici değişiklikler yapmaya başlamıştır. O kadar ki, sistem üzerinde değişiklik yapıla yapıla eğitim sistemimiz bir sorunlar yumağına dönüşmüş ve içinden çıkılamaz derecede karmaşık bir hale gelmiştir. Özellikle de son 20 yıl içerisinde yapılan değişiklikler, tüm bu bozuk sistem üzerine adeta tuz biber ekmiş, liyakat düzenini bozmuş ve sistemin çok büyük oranda iflasına neden olmuştur. Sistemin başarısızlığı, OECD ülkelerinde eğitim kalitesini ölçen uzman kuruluş PISA’nın yazdığı raporlarda defalarca ortaya konularak Millî Eğitim Bakanlığına da sunulmuştur. Artık bu başarısızlık konusu üzerinde konuşmaya bile gerek kalmamıştır. 20 Yıllık AKP İktidarları döneminde, özellikle yükseköğretimle kazanılan doktorluk, sağlıkçılık, gazetecilik, mühendislik, hukukçuluk ve iktisatçılık gibi pek çok meslek, mesleki erozyona uğramıştır. Ancak bunların hiç birisi, öğretmenlik mesleği kadar deforme edilememiştir. AKP İktidarları döneminde, özellikle ve öncelikle eğitimde özelleştirmenin önü kontrolsüz ve ön koşulsuz bir biçimde alabildiğine açılmış ve adeta bir özel okullaşma furyası başlatılmıştır. Öğretmen yetiştirme düzeni baştan ayağa tamamen bozulmuştur. Eğitim fakültelerinin kontenjanları arttırılmış, tüm bölüm mezunlarına, hatta Açık Öğretim Fakültesi mezunlarına bile pedagojik formasyon yoluyla öğretmenlik hakkı tanınmıştır. Yıllarca, plansız, programsız, hesapsız ve kitapsız şekilde sürdürülen bu uygulama, ülkemizde büyük bir öğretmen enflasyonu yaşanmasına neden olmuştur. AKP iktidara gelmeden önce ülkemizdeki atanamayan ya da atanmayan öğretmen sayısı 40 bin idi. AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan, seçim meydanlarında bunların tamamının atanacağı vaadinde bulunmuştur. Ancak, aradan geçen 20 yıllık süreçte, bunlar atanamadığı gibi bugün geldiğimiz noktada atanamayan ya da atanmayan öğretmen sayısı 600 bine ulaşmıştır. Atanamayan bu öğretmenler ister istemez, sahipleri eğitimci olmayıp sermayedar olan ve okulları bir eğitim yuvası olarak değil, adeta kârını azamileştirmek için kurulan bir ticari işletme gibi gören patronların nezdinde istihdam olmak, merdiven altı dershanelerde asgari ücretin bile altında kayıt dışı çalışmak, amelelik yapmak ve çoğunlukla da kendi başının çaresine kendisi bakmak zorunda bırakılmışlardır. Her yıl onlarca öğretmen, atanamadığı ve başka da bir iş bulamadığı için baş başa kaldığı çaresizliklerin üstesinden gelemediği için intihar etmektedir. İntihar eden bu öğretmenlerin dramlarını anlatan haberler gazetelerin arşivlerinde mevcuttur. Uzun lafın kısası atanamayan öğretmenler sorunu ülkemizde kelimenin tam anlamıyla ekonomik ve sosyal bir faciaya dönüşmüştür. Aradan geçen zaman içerisinde bu öğretmenler, dertlerine derman ve sorunlarına çözüm bulabilmek için örgütlenerek sendikalaşma yoluna gitmişler ve zaman zaman meydanlara inerek seslerini yetkililere ve kamuoyuna duyurabilmek için çeşitli eylemler yapmışlardır. Birazcık empatik düşünelim. Siz hiç, bir eğitim fakültesi kazanmanın ve bu fakültelerden mezun olmanın ne kadar özverili, zorlu ve meşakkatli bir uğraşı olduğunu düşündünüz mü? Düşünmediyseniz, bir düşününüz! Bu kadar zorlu süreçlerden geçip, bu kadar dirsek çürütüp emek vererek mezun olduktan sonra, bu öğretmenlerin özel okullarda kurulan adeta kölelik ve sömürü düzeninde, emeklilik ve tazminat hakkı olmadan, çalışma ve iş güvencesi bulunmadan, ek ders ücreti almadan ve büyük bir baskı ve mobing altında çalışmak zorunda kalmaları ne kadar dramatik ve travmatik bir olaydır. İşte bu ve benzeri nedenlerledir ki, bu genç öğretmenlerimizin kişilikleri örselenmiş ve benlikleri zedelenmiştir. Artık katmerlenerek çekilmez hale gelen mevcut bu dramatik sorun çerçevesinde son olarak, özel okullarda ve dershanelerde çalışan öğretmenlerin örgütlendiği Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyeleri, taban maaş hakkı ve temel taleplerini dile getirmek için Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya gelerek 30 Ağustos günü, Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Eğitim ve Kültür Merkezi’nde toplanmışlardır. Ardından Millî Eğitim Bakanlığı'na (MEB) yürüyerek taleplerini dile getirmek istemişlerdir. Bu yürüyüş sırasında polis, orantısız güç kullanarak ve biber gazı sıkarak öğretmenlere müdahale etmiştir. Sonrasında, polisin bir genç kız öğretmeni saçından sürükleyerek gözaltına aldığı o bildik görüntüler televizyon ekranlarına yansımıştır. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise, tam da aynı gün Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda düzenlenen 20 bin sözleşmeli öğretmen atama töreninde yaptığı konuşmada; ezildikleri ve sömürüldükleri için sokaklara dökülen bu cefakâr öğretmenleri hedef almış ve "Boykot çağrısı art niyetli bir girişimdir. Siz eğitim öğretim mimarı mısınız sokakta çapulcu musunuz? Bize yavrularıyla haşır neşir öğretmenler lazım'' sözleriyle bu öğretmenleri “çapulcu” olarak nitelendirmiştir. Sayıları 10 Binleri aşan ve 100 Binlere ulaşan bu cefakâr ve çileli öğretmenler, okullarında ve sınıflarında zaten öğrencileriyle haşır neşirdirler. Bu öğretmenleri ciddiye alarak, seslerine ve taleplerine kulak vermek yerine onları “çapulcu” olarak nitelendirmek ilgili kamuoyu vicdanında hakkaniyetli bir yaklaşım olarak değerlendirilmemiştir. Kanımca, hepsi de çok iyi eğitim almış, pırıl pırıl bu genç öğretmenler, asla “çapulcu” değillerdir. Söz konusu bu eylemci öğretmenlerin, ilgili Uluslararası Sözleşmelerden, Anayasa’dan ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasasından doğan hak ve özgürlüklerini kırmadan, dökmeden ve kimseye zarar vermeden kullanmaları en doğal haklarıdır. Bu nedenle, başta Eğitim-İş, Eğitim-Sen ve Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası gibi muhalif sendikaların yaptıkları hak arama eylemleri kamuoyundan ve toplumdan çok ciddi destekler bulmaktadır. Bütün bunlara karşın, söz konusu bu ağır sorunları yaşayan öğretmenleri yetiştiren ve sayıları 200’lü rakamlarla ifade edilen Üniversitelerden, eğitim fakültelerinden ve binlerce eğitim fakültesi öğretim üyesinden konuya ilişkin tek bir ses çıkmaması, tek bir çözüm önerisi ve projesinin kamuoyu ile paylaşılmaması; üniversite ve öğretim üyeliği kavramının içinin ne kadar boşaltıldığını ve gerçek evrensel üniversite kavramından ne kadar uzaklaşıldığını göstermesi açısından son derece üzücü ve düşündürücüdür. Sonuç olarak; atanamayan ve çalışan öğretmen sorunları da dahil olmak üzere, bütün bir eğitim sisteminin A’dan Z’ye ve Sıfırdan en üst düzeye kadar düzeltilmesi sorunu, acil çözüm bekleyen bir ihtiyaç olarak kamuoyunun gündemindeki öncelikli yerini korumaktadır. Ve bu sorun, kangrene dönüşmüş bütün yaralarına neşter vuracak kurtarıcılarını beklemektedir.