Adana’nın yıkık dökük varoş bir mahallesinde sabah olmak üzereydi.
İsmail, üşüyerek yatağından doğruldu. İri kara gözlerini ovuşturarak
sağına soluna bakındı. Yıkık dökük evin ortasında duran kovaya gözü
ilişti. Kova yarıya kadar su dolmuştu. Eğreti, çinko tavandan su
damlamadığına göre yağmur durmuş olsa gerek deyip, içten içe sevindi.
Acele ile elini yüzünü yıkayıp, yattığı sedirin altından giysi
selesini çekti. Anasının özenle katladığı, defalarca yama tamirinden
geçmiş kıyafetlerini, seleden aldı. Üzerinden pijamalarını çıkarıp
katlayarak seleye koyan İsmail, kıyafetlerini acele ile giydi. Duvarda
asılı aynanın yanına sıkıştırılmış kuşlu kemik tarakla, dalgalı siyah
saçlarını taradı.
İsmail, yoksulluktan zayıf düşmüş bir çocuktu. Yüzünün güzelliği,
belirgin gamzeleri, masum bakışları ve on üç yaşında olmasına rağmen
ağırbaşlı, sessiz halleriyle, onu tanıyanların gönlünü kazanmış bir
çocuktu.
Akranları onu içten içe kıskanırdı. Geçen yaz, akranlarından Hallaç
İbrahim’in oğlu Dombili Musa, derslerinden zayıf getirince, babası onu
hallaç çubuğuyla dövmüş, döverken de;
“İsmail gibi de olamadın, aç değilsin açıkta değilsin. O çocuk, aç
susuz gazete satıyor, sınıfında birinci oluyor. Sen ne yapıyon? Ha bre
semirip şişiyon!” diye bağırmıştı.
Mahalleli, Dombili Musa’yı, babasının elinden zorla almıştı. Dombili
Musa, bu duruma kinlenmiş, İsmail’i sokağın başında kıstırmıştı.
Şişman cüssesine rağmen, gücünün yetmediğini anlayınca, yerden bir taş
alıp kafasını yarmıştı.
*
İsmail, sabahın alaca şafağında, kafasına anasının ördüğü bereyi de
geçirip, düştü gazete matbaasının yoluna. Soğuk hava, onu dondursa da
eve ekmek götürme mücadelesiyle yoluna devam ediyordu. Üzerine giydiği
eski ceket ve yamalı pantolon onu bir türlü ısıtmaya yetmiyordu.
Defalarca köşkerde onarılmış yırtık ayakkabısı da su alıyordu. Bir
süre sonra matbaaya ulaştı ve gülümseyerek içeri girdi. Matbaacı Yusuf
Efendinin yanına yaklaştı
.
“Benim gazetelerim hazır mı Yusuf emmi?”
Yusuf, şefkatli gözlerle İsmail’e bakarak;
“Hazır kara oğlum. Yüz taneyi hazırladık.”
İsmail, gazeteleri gülümseyerek aldı.
“Yusuf emmi, bana okumam için kitap verecektin.”
Yusuf, tamam der gibi kafa salladı.
“Ama bir şartım var. Vereceğim bu kitapların özetini yazıp bana getireceksin”
İsmail’in sevinçten gözleri parladı.
“Tamam emmi.”
Gazeteleri hızla aldı, kapıya doğru yönelirken, Yusuf ardından seslendi.
“Dur oğlum nereye? Yengen peynirli sıkma yapmış. Vereyim de yolda ye!”
İsmail’in masum yüzünde güzelim gamzeleri belirdi. Peynirli sıkmayı
Yusuf’tan alırken;
“Yusuf emmi bana Orhan Kemal’in ekmek kavgasını verdin ya! Bitmek üzere.”
“Kitabı bitirsen, bu sefer Yaşar Kemal’in teneke adlı eserini
vereceğim. Ben yemek ye diyorum, sen kitap diyorsun sıpa!”
İsmail durakladı. Yusuf’a bir şey soracak gibi oldu. Tekrar vazgeçip
kapıya yöneldi. Yusuf, bunun farkına varıp;
“Bir şey mi diyecektin bana İsmail’im? Yine neyi merak ettin?”
İsmail, kapının yanında durdu Yusuf’a masumca tebessüm etti.
“Yaşar Kemal’le, Orhan Kemal gardaş mı? İkisinin de soyadı aynı!”
Yusuf, kahkaha attı. Babacan bir tavırla elini İsmail’in omzundan
tutup, severcesine kendine çekti.
“Yok, gardaş değiller ama ben bilirsem gardaştan öteler. Kader
gardaşlığı işte. Hadi sen doğru işine!”
Gazeteleri matbaadan aldığı gibi, koşar adımlarla evin yolunu tutan
İsmail, ayaklarının soğuktan karıncalandığını hissediyor, ancak
karınlarını doyurmak için yeten paradan biriktiremeyip yeni bir
ayakkabı alamamanın umutsuzluğu içini burkuyordu.
Yıkık dökük çinkolu evlerinin kapısına gelip anası Gümüş’e seslendi.
“Ana uyandın mı?”
Gümüş içerden;
“Uyandım oğlum. Yufkanın içine azıcık pekmez gezdirip dürüm yaptım
sana. Yede git kurban olduğum. Bacıların uyandığında da kendi hal
çarelerine bakarlar.”
İlkokulda hademelik yapan İsmail’in anası, akça pakça, hafif etine
dolgun, kısa boylu, fukaralık ve yılgınlığa inat, oldukça güler yüzlü
bir kadındı. Hademelik yaptığı okulun öğrencileri ve çalışanlarının
biricik Gümüş analarıydı.
Gümüş, İsmail’e yemesi için pekmez sürülü dürümü uzattı.
İsmail, iri kara gözleriyle anasına uzunca baktı.
“Yusuf emmim sıkma verdi ana, sende bunu bacılarıma ver.
Gümüş, yavrusundan peynirli sıkmayı almak istemedi.
“Aboov! Kurban olurum sana oğlum. Sen gazete satacağım diye mahalle
mahalle seğirtip durursun. Yede et olsun bedenine.”
İsmail, elinde ki sıkmayı tahta taburenin kenarına iliştirirdi.
Gazeteleri alıp kapıya yöneldi. Gümüş ardından seslendi.
“Sen de öğlen okula geç kalma. Gazeteleri satar satmaz yetiş okula.” dedi.
Kasaplar çarşısını, Buğday pazarını, Melekgirmez’i, Halep çarşısını,
Küçük saati, Bakırcılar çarşısını, Asma altını neredeyse Adana’nın
belirli yerlerini dört dönen İsmail, Gazete satışını arttırmak ve
dikkat çekmek için;
“En önemli haberler, Yeni Adana gazetesinde” diye avazı çıktığı kadar
bağırıyordu.
“Yazıyoor!
Yazıyor!
Aşk cinayetini yazıyor…
Yazıyoor!
Yazıyor…
Yazarın yazdığı son kitabında, hükümet aleyhine yazı yazdığı yazıyor.
Yazıyoor! Yazıyor! Yazar hainlik yapmış! Mahpusa düştüğü yazıyor!
Hepsi yeni Adana gazetesinde yazıyoor!
Birkaç dükkâna girip çıkarken, köşedeki esnaf; “Ver şuradan bir
gazete” diyor. Gazetelerin birçoğunu satmanın mutluluğu ile daha da
yüksek sesle bağırıyordu.
“Yazıyoor!
Yazıyor…
Futbol maç sonuçları yazıyor!” derken, saat kulesinin vuruşlarıyla
irkildi. Okuluna geç kalacağını anlayıp, koşar adımlarla eve geldi.
Yamalı pantolonunun üzerinden kara önlüğünü giydiği gibi okula
fırladı. Yorgunluktan halsiz düşen İsmail, sokağın başındaki çeşmeden
su içip hızla okul yoluna doğru koşmaya başladı.
Akşam okuldan çıkıp evine koşturan çocuk, sattığı gazeteden kazandığı
üç beş kuruşu anasına götürürken, muhakkak kız kardeşlerine de birer
tane akide şekeri almayı unutmazdı. Eve ulaşıp, kapıda bekleyen
bacılarına akide şekerlerini verir, onların sevinciyle mutlu olurdu.
İsmail’in babası, bağda bahçede yıllarca ırgatlık yapmış, ince
hastalığa tutulup, bir yıla yakın yatağa düşmüştü. Doktora,
parasızlıktan uğrak veremeyip, ardında üç çocuk ve mazlum bir eş
bırakarak ölüp gitmişti. Tüm aile beş parasız, sersefil ortada
kalınca, Gümüş, Kaymakam’a kadar gitmiş;
“Efendim, ben sersefil, aç susuz, üç çocukla ortada kaldım. Sizden
karşılıksız yardım istemiyorum. Emeğimle çalışacağım bir iş
istiyorum.” Demiş, Kaymakam bu söze duygulanıp, Gümüş’ü bir okula
hademe olarak işe aldırmıştı.
Kenar mahallenin yıkık dökük evinde kirada oturan Gümüş’ün aldığı
maaş, üç çocuğuna yetmez olmuştu. İsmail, yaşından daha fazla olgundu.
Yaşadığı hayat ona sorumluluk aşılamıştı. Oda anasına katkı olsun diye
gazete satmaya başlamıştı. Bazen anasına sarılır;
“Biraz daha güçleneyim, bir yandan okur, bir yandan sırtımda taş
taşırım. Sen yeter ki üzülme” diye teselli eder, Akranları ile
sokaklarda oyun oynamayı bile esirgerdi kendinden.
*
İsmail, bütün gazeteleri sattıktan sonra fırından çarşı ekmeği alıp,
evine gelmişti. Anasına sevinçle seslendi;
“Ana bugün fırından çarşı ekmeği aldım”
Yine mi aldın! Yufka ekmeğin içine çarşı ekmeğini sarıp yemeği de
sende gördüm oğlum. Çarşıdan aldığın ekmeğe para mı yeter ”
Anasının söylenmelerini duymazdan gelip; “Ana” dedi sessizce;
“Bir tane gazete ayırdım. Yemeği yedikten sonra gaz lambasını yakıp
tüm havadisleri okurum sana”
Gümüş’ün yüzü güldü. En sevdiği şey, oğlunun ona gazete okumasıydı.
Onunla yaşıt akranları bile okumakta zorlanırken, oğlu su gibi okurdu
havadisleri.
İsmail, başladı havadisleri okumaya;
“Nişanlı iken başka gence gönül düşürüp sevdiği ile kaçan genç kız,
ağabeyleri tarafından hunharca öldürüldü.”
Habere kendini kaptıran Gümüş, birden yekinip dizine vurdu;
“Vay! Dedi. Vay! Yazık olmuş sevenlere!”
“Hükümete ve düzene başkaldırmak suçundan Çukurovalı Yazar
tutuklanarak Adana hapishanesine gönderildi.”
Anası onaylar gibi başını salladı;
“Duydum. Köy Enstitüsü’nden gelen öğretmen, öbür öğretmene anlatırken
duydum. Adamın yazdıkları kötü şeyler değilmiş”
İsmail, gazeteyi katlayıp, oturduğu sedire serili çulun altına koydu.
“Ama hükümete başkaldırmış diyorlar ana. Sanki suç işlemiş gibi. Ben o
kitabı biliyom. Yusuf emmide vardı o kitaptan. Sabaha karşı gazeteleri
almaya gittiğimde yarım yarım okurdum. Dağları, bayırları, bizim gibi
insanları anlatmış. Biz suç muyuz, suçlu muyuz? Ovalar, bayırlar suç
mu? Bunun için mi attılar yazarı kodese?”
Gümüş paniğe kapıldı;
“Sus! Senin ağzın ne söyler! O, Komünistmiş! Hükümete başkaldırmış.”
İsmail, o gece bir türlü uyuyamadı: “Komünist neydi acaba, nasıl bir
şeydi?” diye düşünüp durdu.
Ertesi gün matbaadan gazeteleri alıp, soluğu Adana açık cezaevinin
kapısında aldı. Cezaevinin çevresi yüksek duvarlarla örülmüştü.
Duvarın üzerine teller çevrilmişti, Demirden yapılmış dev kapının
üzerindeki levhayı okudu; “Adana Yarı Açık Cezaevi” Birden aklına
gazeteler geldi, işini hatırladı. Bağırmaya başladı;
“Yazıyoor! Yazıyor! Aynur Aydan’ın yeni sevgilisini yazıyor!
Ankara’da hükümetin karıştığını yazıyor!”
Cezaevinin bahçesinde dolanan gardiyan, tel örgülere iyice yanaştı ve seslendi.
“Ne o lan! Bana gazete mi satacaksın? Git çarşıda satsana sıpa! Burada
in cin top oynuyor! Görüş günüde değil ki gelenlere satasın.”
“Yok, gitmem. İçeride bir yazar varmış, ona gazete getirdim”
Gardiyan daha da sinirlendi; “Sen mi verdin bu kararı?”
“He ben verdim”
Gardiyan, çocuğun inatlaşmasına şaşırdı.
“Burası cezaevi. Böyle herkese bir şeyler de getiremezsin. Hadi bas
git, belanı arama! Elimde kalma çocuk!
“Gitmem emmi ben gazete satacağım.”
Gardiyan isyan edercesine, “Sabır Allah! Kimin oğlusun sen?
Nerelisin?” diye sordu.
Anavarza’danım. Irgat Hakkı'nın oğluyum.”
Gardiyan gülümsedi; “ Demek Irgat Hakkı’nın oğlusun. Bende
Anavarzalıyım. Rahmetli babanla az pamuk toplamadık. Gencecik gitti
zavallı. Hadi var git oğlum. Gazeteni başka yerde sat.”
“Gitmem emmi! Komünist yazarı merak ediyom!”
Gardiyan bastı kahkahayı.
“Ulan oğlum, bunlarda bizim gibi insan. Ama komünist! Hükümetimize
başkaldırıyorlar! Hain bunlar hain! Ama her gün gazete soruyordu bize.
Ver götüreyim”
İsmail, sevinçle çantasından çıkardığı gazeteyi gardiyana uzattı ve
çarşıya doğru yola koyuldu.
Yazıyor, yazıyoor!
En sıcak haberler Yeni Adana gazetesinde yazıyor!
*
İsmail, gazeteleri gün içinde sattıktan sonra, hemen hemen her gün,
kilometrelerce yol yürüyordu. Cezaevinin kapısına gelip, kendi hakkı
olan gazeteyi, gardiyanla, yazara gönderdiğinde, yazar ona para
göndermesine rağmen, parayı kabul etmiyordu. Bu süre boyunca yazarın
ne kadar kitabı varsa okumuş, ona olan hayranlığı bin kat artmıştı.
*
Günün yorgunluğuyla Matbaadan parasını alan çocuk, derme çatma
müstakil evlerden oluşan sokağının başına geldi. Mısmıl bakkaliyesine
girip, bacılarının istediği horozlu şekerlerden iki tane aldı.
Kapılarının önünde çelik çomak oynayan mahallenin çocuklarını görünce
durakladı. Şekerleri görüp canları istemesin diye gömleğinin içine
sakladı. Hızlı adımlarla evlerine girdi. Günün yorgunluğunu anasının
dizine yatarak çıkarmayı seven İsmail, evde anasını göremeyince
şaşırdı. Bu alışılmışın dışında bir durumdu. Gümüş, hiçbir zaman hava
kararınca dışarı çıkmaz, evlatlarını başına toplardı. Genç yaşta dul
kalınca elin âlemin ağzına laf vermemek için kimsenin kapısına
gitmezdi.
İsmail, bacılarına şekerlerini verdi ve anasının nerede olduğunu
sordu. Bacıları da bilmediklerini söyleyince, panikle evden çıkıp,
komşularına doğru yürümeye başladı. Az ilerde mahallenin en yaşlısı
Iraz karıyla anasını gördü. Derin bir nefes aldı. Hızla onların yanına
yaklaştı. Anasının ağladığını gören İsmail, kötü bir şeyler olduğunun
farkına vardı. Ne bahçe kapısından içeri girebildi, ne de anasına
seslenebildi. Endişe içinde ne olduğunu anlamaya çalıştı. Anasının
derdini soracaktı ama “oğlum üzülmesin” diyecek, belki de kendinden
laf saklayacaktı. Bunu düşünerek, duvarın ardına saklandı. Anasını ve
Iraz karının konuşmalarını dinledi.
Iraz karı;
Ağlama Gümüş’üm, it ürür, kervan yürür! Elci Halil dediğin de kimmiş!
Dağın itine bak hele! İsmail’imi nerde görmüş?
Gümüş;
“Nasıl ağlamam Iraz ana. Elci Halil önümü kesince çok korktum. Erim
öldü öleli kimse önümü kesmediydi benim. ‘Gümüş hatun cezaevinden mi
geliyon?’ dedi. ‘Cezaevinde kimim kimsem yok ki gideyim’ dedim. ‘Oğlun
komünist yazarı kendine baba tayin etmiş! Diyorlar’ dedi. Ne
diyeceğimi bilemedim. Kafamı öne eğdim hızla yürümeye başladım. Ben
yürüdükçe, bir yandan peşimden geliyor, bir yandan bağırıyordu. ‘evlen
de evde bir erin olsun. Yoksa komünist olacak sıpan” dedi. Elin âlemin
içinde malamat etti beni”
Iraz karı elini beline koydu. Kaşlarını çattı;
“Bak hele baak! Sana ne oluyor dümbük demedin mi? Benim oğlum ne yaptı
sana demedin mi?
Gümüş;
“Dedim demem mi! Komünist yazara parasız gazete götürüyor oda bu
yollara özeniyor belli dedi. Başına bir er gerek, kaç zamandır yanığım
sana dedi.”
Iraz Karı, sanki elci Halil karşısındaymış gibi hiddetle yere tükürdü.
“Vay ki vay! Bakmaz götünün sansağına, çıkar dağın yünsağına!
Sidikliye bak hele! Eee sen ne yaptın?
“Ne yapayım Iraz ana, çok korktum. Koşarak rahmetli erimin gardaş gibi
sevdiği gardiyan İbrahim’in evine gittim. ‘Gardaş, benim oğlan, yazara
her gün gazete götürüyormuş öyle mi?’ dedim. ‘Getiriyor Gümüş bacı’
dedi. ‘Elci Halil, İsmail’in yazara gazete götürdüğünü nereden
biliyor?’ dedim. ‘Onunda gardaşı adam yaralamaktan yatıyor. Gardaşını
ziyarete geldiğinde İsmail’in gazete getirdiğini görüyordu. Hayırdır?’
dedi. Benim yolumu kestiğini, adamın bakışlarını hiç beğenmediğimi
söyledim. Allah var Gardiyan İbrahim’de sinirlendi. Görürsem edeceği
bilirim ben dedi.”
Iraz karı üzüldü. Bilirdi ersiz kalmanın, dul dolaşmanın ne kadar zor olduğunu.
“Halil denen itin gözü göz değil dikkat et. Bir daha önünü keserse
yerden bir kessek al, fırlat kafasına namussuzun. Oğlum para ile
satıyor gazeteyi, sana ne ırzı kırık de! Var git evine Gümüş’üm. Sen
canını sıkma. Dal kırılmayla kök kurumazmış Hatun Gümüş’üm. Senin
kökün de, dalın da bundan gayrı İsmail. Üzülme. Var git yoluna.
Gümüş, boynunu büktü; “tamam Iraz anam” dedi. Iraz karıyla, bahçe
kapısına doğru konuşa konuşa geldiklerini anlayan İsmail, sessizce
anasından önce eve ulaştı. Anası da eve ulaşınca, İsmail hiçbir şey
duymamış gibi kıvrıldı tahta sedirin üzerine.
Gümüş, oğlunun erkenden yattığını görünce yanına yanaştı. İsmail,
gözlerini kapatıp uyuyormuş gibi yaptı. Gümüş, eğilip oğlunu
koklayarak öptü. Kulağına kısık sesle seslendi;
“Gadasını aldığım oğlum niye erkenden yattın? Bulgur aşı yaptım kalk
da ye hadi. Aç yatma kuzum.”
İsmail, gözünü açmadan mırıldanır gibi; “ben aç değilim” dedi.
Gümüş, kızların yemeğini hazırlamak için ocaklığın başına yöneldi.
İsmail yorgana iyice sokulup sessiz sessiz ağladı. Demek elci Halil,
anasının önünü kesmişti. Demek ki yanığım sana demişti. Yaşım bir
büyük olaydı diye kendi kendine söylendi.
Yumruklarını yüzüne bastırdı. Sinirden vücudu taş kesildi.
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar uyumadı. Yorganı başına çekti.
Anası ve bacıları sıra sıra yer yatağında derin uykulara dalınca,
yavaşça yerinden doğruldu, ocaklığa doğru sessizce yürüdü. Duvarda
çakılı çiviye takılmış keskin satırı yavaşça alıp, evin kapısını açtı
ve dışarıya çıktı. Halil’in iki mahalle ötedeki evine doğru yürümeye
başladı. Uzun bir yürüyüşten sonra Halil’in tek katlı eğreti evinin
önünde durdu. Kör bir sokak lambası, sokağı ışıtmaya yetmemişti.
Gecenin karanlığında, İsmail sanki bir çocuk değil, iri yarı bir
savaşçının gölgesini andıran tablo gibi duruyordu.
Sokağın az ilerisinden gelen ayak seslerine kulak kabarttı. Bu kadar
tesadüf olamazdı. Sabaha kadar Halil’in evinin önünde bekleyip, evden
çıkarken yakalayacaktı ama sabaha kadar beklemesine gerek kalmadı.
Halil zil zurna sarhoş, yalpa yaparak evine doğru yürüyordu. O esnada
Halil’de az ilerde sokak lambasının yansıttığı ölgez ışıktan yansıyan
gölgeyi hem de eli satırlı gölgeyi gördü. İçi ürperdi. Korkudan
gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Eve doğru mu yönelsin, ara
sokaklara mı kaçsın, ne yapsın bilemedi. ‘Hadi ara sokaklarda pusuya
yatmış birileri daha varsa?’ Diye düşündü. Ağalara yıllarca ecilik
yapmış, marabaları tarlalara götürüp, sarı sıcakta çalıştırırken çok
hak yemişti. Körpecik kızlara tarlaların izbelerinde çok tacizde
bulunmuştu. Düşmanı çoktu. Karşısına dikilen bu dev gölge de kimdi ki?
Kesin yaptığı kötülüklerden nasibini alanlardan biri karşına geçmiş
canını alacaktı. Nefesinin kesildiğini, bacaklarının korkudan
çözüldüğünü hissetti.
İsmail, satırı tutan elini yarım bir şekilde havaya kaldırarak
Halil’in üzerine doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe sanki gölge büyüyor
ve mahalleyi kaplıyor gibi geldi Halil’e. Büyük bir korkuyla üzerine
doğru yürüyenin kim olduğunu çözmeye çalıştı. Karşısında İki kara göz
parlıyordu. Sanki dev Kartal, kanatlarını açmış avına doğru sinsice
süzülüyordu. Gözlerine inanamadı. Karşısında ki ırgat Hakkı’nın oğlu,
kara kuru İsmail’in ta kendisiydi.
Halil, pis pis sırıttı;
“Vay! Vay! Vay! Bir gımık sıpaya bak hele! Hayırdır, bana gözdağı mı
veriyon lan?
İsmail’in kara gözleri sinirden daha da büyüdü. Kararlı bir şekilde
Halil’in üzerine doğru korkusuzca yürüyordu. Son dönemler her fırsatta
Gümüş’ü göz taciziyle rahatsız eden Halil, bu çocuğun, hem de bu
yaşta, gecenin zifiri karanlığında, satır çekmesinin şaşkınlığı
içerisindeydi. İsmail’in gözlerine bir kez daha baktı. Çocuğun gözleri
büyümüş, satırlı eli havaya kalkmış, yavaş yavaş avına yaklaşan bir
aslan gibi geliyordu. Halil’in içi ürperdi. Çocuğun hiç konuşmaması
onu daha da korkutmuştu. Titrek bir sesle yalvarırcasına;
“Akıllı ol yeğenim, ben seni severim! Anan, bacım olur!” diyerek bir
bakıma çocuğun anasına da göz diktiğini itiraf etmiş oldu.
İsmail, kararlıydı ve Halil’in üzerine sinsice hiç konuşmadan
yürüyordu. Halil, medet umar gibi evinden tarafa baktı. Var gücüyle
eve doğru hızla koşmaya başladı. Koşarken, korkuyla karısından yardım
istercesine bağırmaya başladı.
“Rahmaa!
Rahmaaa!”
Halil, evine canını zor attı. İsmail’in satırlı eli havada kaldı.
İntikam duygusuyla, vücudu taş kesilmişti. Sanki dev bir heykel gibi
Halil’in evine doğru baka kalmıştı.
Halil, evinin penceresinde iple gerilmiş basma perdesini yavaşça
aralamış, İsmail gitti mi diye gizli gizli korkudan titreyerek
bakıyordu.
İsmail, sokağın ortasında ürküten bakışlarla duruyordu. Belki de
okuduğu kitaplar ona öldürmeyi değil, kararlı durmayı öğretmişti.
Halil, bir çocuktan sinmiş, bu çocuğun, Şahmeran'dan da tehlikeli
olduğunu anlamıştı. Bu geceden sonra Gümüş’ü görse dahi yolunu
değiştirmeye kararlıydı.
*
İsmail, o günden sonra her sabah açık cezaevine gidiyordu artık.
İbrahim gardiyana, yazara versin diye üç ay boyunca gazete götürdü.
Yine sabahın erken saatlerinde gazetelerini kaptığı gibi soluğu
cezaevinin önünde aldı.
Çocuğu fark eden gardiyan;
“Gel bakalım. Bugün açık görüş günüdür. Şu gazeteleri verdiğim yazar
seni merak ediyor. Hadi gidelim de bugün de kendin ver gazeteni.
Kıymetimi de bil ha! Arada sırada gardiyan emmine gelirken kazan
gevreği getir.” Diyerek, iştahla sırıttı.
İsmail çok sevindi; “Tamam emmi” diyerek cezaevinin açık görüş
bölümüne gitti. Tahta masalarda oturan mahkûm ve görüşçüler ağlaşıp
hasret giderirken, çocuk tek başına ayakta kalmıştı. Şaşkın ve
heyecanlıydı. Kitabını okuduğu yazarın kim olduğuna bakınırken, görüş
bölümünün demir kapısı açıldı. İçeriden uzun boylu gülen gözlü bir
adam, tahta masalara doğru yaklaşırken, mahkûmlar saygı ile
yerlerinden doğrulur gibi yaptılar.
Gardiyan yazara yaklaştı;
“İşte bu çocuk sana gazete getiriyordu” dedi.
İsmail’le yazar göz göze geldiler. İsmail, utangaç mahcup bir tavırla
yazara yaklaştı, elini öpmek istedi. Yazar, şaşkınlığını gizleyemedi
ve oldukça duygulandı. Çocuğa bir baba sıcaklığı ile sarıldı.
Sandalyeyi göstererek;
“Otur yavrum” dedi.
Sonra sevecen bir sesle;
“Adın nedir senin?”
“İsmail”
Yazar, adını söyleyecekti ki. İsmail söze atıldı.
“Ben adını biliyom emmi” dedi.
Yazar, şaşkın bir ifadeyle sordu;
“Nereden biliyorsun?”
“Matbaacı Yusuf emmim de kitapların var. Gazetelerde hep senden söz ediyor.”
Yazar, elini çocuğun omzuna koydu;
“İsmail, her gün getirdiğin gazeteler için teşekkür ederim. Benden
başka hiçbir mahkûma gazete satmadığını sadece bana gönderdiğini
duyunca seni merak ettim.”
İsmail, utanarak gülümsedi;
“Sana ‘komünist’ diyorlar. Ben de seni merak ettim emmi. Yusuf emmi de
kitabın varmış. Her gittiğimde biraz okudum. Ağaçtan, çiçekten,
fakirden fukaradan bahsetmişsin. Acaba bizim gibi, insanlardan
bahsettiğin için mi vatan haini dediler sana? Yoksa biz de mi vatan
hainiyiz? Bizi anlatman suç mu? Onu merak etmiştim. Sattığım
gazetelerden para biriktirdim. Öbür kitaplarını da sahaftan aldım. Her
gece okudum.”
Yazar çok duygulandı.
“Beğendin mi peki?”
“Beğenmez miyim? Çok beğendim. Ama anam kitapları bulup yaktı. Çok ağladım.”
Yazar, bir iç geçirdi.
“Anana sakın kızma. Haftaya yine gel olur mu? Kısa bir süre sonra
başka bir cezaevine sevk edileceğim gitmeden seni yeniden görmek
isterim.”
Çocuk, gülümseyerek “Tamam, gelirim” deyip yazarın elini öptü. Yazar,
çocuğa sarılıp gözlerinden öptü. Vedalaşıp ayrıldılar.
İsmail, haftayı sabırsızlıkla bekledi. Anasına yıkattığı yamalı kısa
pantolonunu, itina ile sildiği yırtık ayakkabısını özenle giydi.
Gazeteye sarılı paketi eline alıp düştü cezaevi yoluna.
Gardiyan, İsmail’i görüş bölümüne getirdi. Gözlerinin içi gülen yazar,
yeni tanıdığı bu çocuğa evladına sarılır gibi sarıldı. Uzunca bir
muhabbetten sonra İsmail, elindeki paketi yazara uzattı.
Yazar şaşkın bir şekilde açtı paketi. İçinde akide şekeri, haşlanmış
yumurta, biraz da yufka ekmek vardı. Bir küçük paket daha… Onu da açan
yazar, el örgüsü Anadolu nakışı ile bezenmiş yün çorabı görünce
gözyaşlarını tutamadı. Sesi titreyerek;
“Hadi bu kıymetli çorap bana gelmiş ama bu yiyecekleri anan sana
hazırlamış ta, sanki bana getirmişsin gibime geldi.” dedi.
Daha sonra yazar da İsmail'e yanındaki paketleri uzattı: “Evine
gidince açarsın oğlum” deyip birbirlerine sıkıca sarılıp vedalaştılar.
İsmail, biraz hüzünle ayrıldı yeni tanıdığı bu yazarın yanından. Bir
daha onu göremeyeceğini düşünüp hüzünlendi.
Eve gitmeye bile sabır gösteremeyen İsmail, uzunca yürüdükten sonra
bir ağaç dibine çöktü. Yazar’ın verdiği paketleri açmaya başladı.
Yazarın, çocuk için gardiyana aldırdığı ayakkabıyı, rüyalarında
görmesi bile hayaldi. Paketin İçinden yepyeni pantolonluk kumaş, kara
şalvar, okul çantası ve bir de kitap çıktı. İsmail sevincinden deliye
döndü. Okul çantasını hevesle açtı. Kalem, silgi ve mahkûmların
yaptığı beyaz boncuktan kuş, resimli kapağı olan birde defter vardı.
Defterin kapağını açtı. Yazarın el yazısı ile yazdığı yazıyı okumaya
başladı.
“Sevgili İsmail,
‘Kitaplarında, ağaçları, çiçekleri yazmışsın, Bize benzeyen insanları
yazmışsın, Biz suç muyuz?’ Diye sorarsın.
Yoksulluğunuz, İsyanlarınız, gözyaşlarınız, yüreğimde yara olur da kanar durur.
Şu kocaman evrende eşitçe, özgürce her şeyi adaletli bir şekilde paylaşmak,
İnsan olanın onurudur.
Ben haksızlığı, zorbalığa karşı direnenleri yazdığım için zindanlarda
yatıyorsam,
Kara beton, pamuk yatak olur bana. Yeter ki kalem tutan ellerim kırılmasın.
Oku sürekli oku, gazete satan, ışık saçan çocuk.
Bol, bol oku…
Kör bakma hayata… Her şeyi gözlemle, yüreğini sıkma hiçbir şeye.
Öğrenerek ve öğreterek üstesinden gelirsin karanlığın. Kendini önemse.
İçine attıklarını yaz kâğıtlara.
Kim bilir belki ben de seni okurum ileri zamanlarda. Sevgiyle öpüyorum
gözlerinden Çukurovalı İsmail’im.”
İsmail gözyaşlarını tutamıyordu. Yerinden doğruldu. Gazetelerini ve
Yazarın armağanlarını eline alıp Adana'nın işlek sokaklarına doğru
yürüdü.
Yazıyoor, yazıyor!
Amerikan altıncı filosunu, hükümetin coşkuyla karşıladığı yazıyor!
Yazıyoor, yazıyor!