20.yüzyılın ikinci yarısında itibaren imparatorluklar birdenbire dramatik bir şekilde dağıldı.

20.yüzyılın ikinci yarısında itibaren imparatorluklar birdenbire dramatik bir şekilde dağıldı. Ülkeler ayrı arı bağımsızlıklarını kazandılar. Tarih 21.yüzyıla doğru ilerlerken bütün dünyada uluslaşma çağı başlamıştı. Uluslaşma çağı aynı zamanda küremizin bir başkalaşma biçimidir.

Uluslaşma fikri hiç şüphesiz 17.yüzyılın başından itibaren sonuçları görülmeye başlanan Kıta Avrupa’sının projeksiyonlarından yansıyan ışıkların aydınlattığı insanın dünyaya ‘’yeni gözüyle’’ bakmasıdır. 1789 Fransa devrimi ile aydınlanma ideali bütün dünyaya yayılırken, aynı tarihlerde Amerika Birleşik devletleri kuruluyordu.4 Temmuz 1776 yılında Amerika kurulduğunda Fransa’da devrimin sancısı Bastille zindanlarında başlamıştı bile.

ABD’nin bağımsızlık mücadelesinin dramatik hikâyesine ayrı bir parantez açmakta yarar var. Kıta Avrupa Aydınlanması ve Fransa devriminin 20.yüzyıla girerken uluslaşma akımının hafızası olduğu yönünde genel tarihsel bir kabullenme olsa da, daha sonra birinci dünya savaşı ve ardından yaşanan ikinci dünya savaşının türümüz homo sapiens’e yaşattığı acı ve eziyet ‘’73,5 millet’’den oluşan Amerikan halkalarının başardığı ulus modeline dikkat çekmemize yol açmaktadır. Gerçekten da dünyanın merkezi olduğu sanılan Avrupa Ortaçağ’dan Yeni Çağa girerken yaklaşık üç asır boyunca kanlı bir mücadele vermişti.

Avrupa ne oldu da 20 yüzyılın başında iki savaşla üstünlüğünü yeni kurulan ABD’ye kaptırmıştı?

Bu sorunun cevabının elbette geniş ve ayrı bir çalışma gerektirdiğinin farkındayım ve bu yazıdaki muradım da bu konu değil ancak, bu yazıma neden böyle bir giriş yaptığımı da sabrınızı taşırmadan söyleyeyim.

Mersin yazarıyla, şairiyle Çukurova’nın kadim bereketini Akdeniz’in mavisiyle,turuncuyla,ez cümle, her rengiyle harmanlamış bir kent.Son yıllarda kültürün,edebiyatın ve sanatın çoraklaştırıldığı,toplumun yoz ve popüler etkilere bırakılmak istendiği bir zamanda Mersin güzel ve yürekli insanlarıyla bu akışa direniyor.Geçen hafta Mersin’de bir grup değerli şair ve yazarın oluşturduğu Sözyüzü Sanat Edebiyat Derneği’nin Nazım Hikmet söyleyişine katıldık.Bir hafta önce de Didem Madak için yapılan bir söyleyiş vardı.Her iki

etkinlikten de keyif aldım.Şair ve yazar üstatların bulunduğu böyle bir ortamda bendeniz aşkın bir özgüvenle Didem Madak ve Nazım konusunda bildiklerimi paylaştım.Söyleyişi hem değerli moderatör Serkan Aymaz’ın birikimi ,hem de kıymetli katılımcıların katkıları nedeniyle dolu dolu geçti.

Yazılarımda nefes almak için bazen notada en çok sevdiğim ‘’es’’ yapmayı severim. Burada da Nazım için bir ‘’es’’ yapma zamanı.

Sözyüzü’nün söyleyişinde Nazım’ı her yönüyle ve özellikle bize ve bütün dünyaya miras bıraktığı ‘’şiir uygarlığı’’ndan örnekler okuduk.

Nazım’dan söz açılırken orada da söylediğim gibi, Nazım’ın biyografisi salt bir şair,entelektüel veya yazarın biyografisi değildir.Nazım’ ı anlamak için hem dünyanın hem de Osmanlı’dan yeni Cumhuriyet’e,son iki yüzyıllık değişim,modernite ve uluslaşma sürecini de raftan indirip okumak gerekiyor.ABD’nin bağımsızlık hikayesi ve Aydınlanmış Kıta Avrupa’nın küremizde yarattığı etkileri bu perspektiften dolayı karşılaştırma ihtiyacı duydum.

Burayı biraz açıp,sonuca bağlayalım..

Avrupa’nın en sadakatli çocukları olan Reform ve Rönesans sadece doğduğu Kıta Avrupa’yi değil bütün dünyayı etkiledi.20. yüzyıla girerken insanoğlu kucağında daha hümanist,modern ve aydınlanmış bir küre buldu.Nereye çevrilse artık o iki çocuğu,yani Reform ve Rönesans’ın yüzlerini görüyordu.

19 yüzyılın sonlarına doğru burjuvazi üretim araçlarına hakim olmuş, Liverpool’un gettolarında açlıktan ölen Kara Afrikalılar olsa da felsefe,sanat ve edebiyattaki gelişme herkesi mutlu ediyordu.Refaha bağlı olarak aşırı tüketim kapitalizmin iştahını kabartıyordu. Yeni pazarlar ile küresel ölçekte hem malını satıyor hem de istediği yerde kendi rejimini ihraç edebiliyordu.

Avrupa’da bunlar olurken çok dinli ve çok ırklı halklardan oluşan Amerika Birleşik Devletleri Atlantiğin de verdiği coğrafik avantajlar ile yurttaşlık temelinde yeni bir ulus yaratmıştı. Amerikan parasının üzerinde yazılı olan ‘’e pluribus unum’’ ( Çokluktan Birliğe) sözü de bu ulusu oluşturan zihinsel harcın ifadesidir.

Amerikan’ın büyümesiyle birlikte Avrupa 20.yüzyıla Pazar bulma savaşlarının başladığı bir ortamda girdi. Sonuçları insanoğlu için büyük bir yıkım olan iki dünya savaşından sonra son imparatorluklar dağılıyor, dağılan imparatorların yerini homojen (etnik kökene bağlı) uluslar kuruluyordu.

Özet olarak söyleyelim; yeni Türkiye Cumhuriyeti de çok milletli/dinli Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesinden kalan homojen bir ulus olarak kuruldu. Sorun zaten iki bin yıllık Anadolu’nun heterodoks bedenine tek bir elbise giydirme ısrarıydı.

Şimdi Nazım konusuna gelip bitirelim.

Nazım Hikmet’e reva görülen zulüm ve eziyet işte bizim uluslaşma sürecimizin bir sonucudur diyelim ve bu konuyu başka bir yazıya bırakalım.

Anlaşılan Sözyüzü’nün kapsamlı etkinlikleri yazmak için bize çok veri sunacak.