Benim babam… Çok güzel bir insandı.
Güzelliği yüzünden değil, yüreğinden taşardı.
Sadece sevgiyle değil, sabırla, alın teriyle, onurla yaşadı.
Ben onunla büyüdüm… Hem evladıyım, hem öğrencisi.
Yaz aylarında, ortaokul çağlarımda, Mersin’in o yıllardaki tek turistik oteli olan Toros Otel’in altında hizmet veren Toros Lokantası’nda birlikte çalıştık. Babam şef garsondu. Ben küçük bir komiydim.
Bana her fırsatta görgü kitabı okutur, “Okul seni mezun eder ama hayat etmez,” derdi.
Disiplini, saygıyı, emeğin kıymetini onun yanında öğrendim.
Toros Lokantası; Macar gulaşıyla, lagos şişiyle, sütlacıyla ve krem karameli ile nam salmış, o dönem Mersin’e gelen turistlerin, subayların, tüccarların uğrak yeriydi.
İki ortaklıydı. İhsan ve Tahsin Amca… Her gün işlerinin başında, uyum içinde çalışırlardı. Kavga, gürültü, ego bilmezdik.
Babamın adı Hikmet’ti ama herkes ona saygıdan “Baba Hikmet” derdi.
Geceleri iş çıkışı, paytonla önce İhsan Amca’yı Mesudiye Mahallesi'ne evinin kapısının önene bırakır, sonra Sağlık Mahallesi’ndeki evimize dönerdik.
İhsan Amca her seferinde fayton parasını öder, “İyi geceler Hikmet Bey,” demeyi inmeden asla unutmazdı.
O yıllar böyle nezaketli, böyle saygılıydı.
Lokantanın bahçesi, Alanya Fırını’ndan gelen sıcacık ekmek kokusuyla dolardı.
Beyaz At Gece Kulübü’nün sahibi Kel Hasan, Alanya Fırını sahibi Nazmi Alanya, Sakarya Denizaltı Komutanı Albay Nephan Ardana, hatta o dönem şimdiki Atatürk parkının batısına kurulan Macar Sirki'nin önemli gösteri kahramanları ve adını unuttuğum İtalyan mühendis bile lokantamızın müdavimleriydi… Masalarına bakardım.
Ben o yıllarda asıl hayatı kapı arkasında gördüğüm babam’dan öğrendim.
Bir gece, babamı evde kapının arkasında bacak arasına pudra dökerken gördüm.
Sordum:
“Baba, ne yapıyorsun?”
“İleride anlarsın evlat,” dedi.
Ve o gün geldi…
O sıcakta, uzun saatler ayakta koşturmaktan, bacak aramda yanma başladı. Adım atamıyordum.
“Baba, çok canım yanıyor,” dedim.
Gece eve gelince; o, sessizce pudra kutusunu uzattı:
“Geç kapının arkasına, dök evlat…”
İşte o an, babamın neden ‘Baba Hikmet’ olduğunu tam olarak anladım.
Onun sessizliğinde bir direniş, sevgisinde bir öğretmenlik vardı.
Kırmadan, dökmeden…
Yıllar geçti, Babamın zoruyla okumuştum. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdim.
Askerlik için belge almaya gideceğim gün, Yoğurt Pazarı’nda köşe başında Kurukahveci Arabağa’nın tezgahında dalgın dalgın caddeye bakıyordu.
(Lokantadan emekli olunca ek gelir olsun diye oraya işe girmişti.)
“Merhaba baba,” dedim. İrkildi.
“Merhaba evlat. Hayırdır. Nereye böyle?”
“Okul bitti. Yedek subaylık başvurusu yapacağım baba.”
Gözyaşlarını tutamadı.
“Niye ağlıyorsun baba?”
“Sevinçten oğlum… Ben hep senin bu gününü bekledim.”
Meğer o, son görüşmemizmiş…
12 Eylül o faşist askeri Darbesi geldi. Gözaltına alındım, işkencelerden geçirildim.
Birileri babama, “Oğlun işkencede öldü,” demiş.
Üzüntümü kaldıramamış… Beyin kanaması geçirip üç gün sonra hayata veda etmiş.
Onun öldüğünü, bir yıl sonra cezaevinde öğrendim.
Belki de bu yüzden hâlâ bana ölmüş gibi gelmiyor.
Çünkü veda edemedim. Tabutunu taşıyamadım.
Bu yüzdendir, babam, yüreğimde hâlâ yaşıyor.
Benim babamın kasketi yoktu…
Ama tertemiz bir alın teri, pırıl pırıl bir yüreği vardı.
Bir pudra kutusuyla öğretti bana emeği, sevgiyi, sabrı.
Ve bugün gençlere söyleyeceğim tek şey şudur:
Eğer bir gün çok yorulursanız, babanızın ellerine bakın.
O ellerde sizi ayakta tutacak bir ömürlük ders saklıdır.
Çünkü bazı babalar konuşmaz,
Ama sessizlikleri bir ömre yön verir.