Sahaf kelimesinin etimolojik anlamı sahifeden gelir. Yazılışı iki ‘’h’’li (sahhaf) olsa da, günümüzde artık ‘’sahaf’’ olarak okunuyor. Tarihsel olarak varlığı birinci asra kadar gitse de asıl olarak Abbasiler döneminde altın çağını yaşamıştır. Özellikle İslam devletlerinde oldukça gelişmiş ve kendi adıyla özdeşleşen ‘’sahaflar çarşısı’’ olarak kentlerin önemli mekânları olmuşlardır. Hatırladığım kadarıyla Bursa’da XVI. Yüzyılda kalan bir Sahaflar Çarşısı hala var.
Kentlerin bu hafıza mekânları maalesef bir bir ortadan kalkıyor. Mersin’de de sayısı en fazla 1-2 olan sahaflar da artık tarihe karışmak üzere. Bunun yerine artık ikinci el adıyla eski kitapları satan merdiven altı ve ara sokaklarda küçük kırtasiyeciler var.
Geçen günlerde Mersin’de, yeni valiliğin bulunduğu Akkent mahallesinde bir sokakta gördüğüm bir kırtasiyecinin camında ‘’ikinci el kitap alınır-satılır’’ yazısını görünce meraktan girip baktım. Çok fazla çeşit olmasa da tesadüfen rastladığım 55 sayfalık bir kitap dikkatimi çekti. Kitabın kapağında Albert Camus-Sanatçı ve Çağı yazılıydı. Kapağı çevirdiğimde ilk basım olarak 1965 yılı yazılıydı ve önsöz de Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştı. Kitabı aldım ve okuduktan sonra Alber Camus’un o derin bilgi ve entelektüel yönünü bir kez daha öğrenme fırsatı buldum.
Kitap’ta Alber Camus’un 1957 yılında, kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü töreninde edebiyat, sanat ve aydın temalı bir konuşması ve daha sonra çeşitli konferanslarda, içerikleri yine yazar, sanat ve aydın bağlamında olan konuşmalar var. Üzerinde durmayı hak eden bir eser.
Konuşmalar 1957 yılında yapılmış ancak kitap Sartre’nin çabasıyla 1965 yılında basılmış. Bilgi Yayınevinde çıkan kitabın çevrisi ise Yıldırım Keskin’e ait.
Sartre, yazdığı önsözde Camus için şöyle diyor; İnsanlık düzeni bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülünür;ne var ki insanlarca kurulmuştur,onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus’nün yaşaması gerekti;ilerleyen bu adam bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu;kendisi de karşılığını arayan bir sorundu;bizler için,kendisi için düzeni kuran ve reddeden insanlar için,uzun bir hayatın ortasında yaşıyordu;sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlanması önemliydi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup yaşantılarının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi kararsız, şaşkın olanlar için en iyilerimizin karanlık geçitin sonuna gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları çok ender olarak bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir. Camus'u öldüren kazaya rezalettir diyorum. Çünkü bu kaza, insancı dünyada en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, 20 yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını alt üst eden bir hastalıkla uyumsuzluğu, insanın budalaca yokluğunu buldu. Alıştı buna. Dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnediğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeğe söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk ne kimsenin ona ne de onu kimseye sorduğu sorudur. Sessizlik bile denemeyecek. Hiçbir şey olmayan bir sessizliktir.
Sartre erken yaşta bir kazada ölen Camus gibi bir dehaya üzülmüş ve içindeki sıkıntıyı ortaya dökmüş. Nasıl üzülmesin ki? Alber Camus’un 55 sayfalık konuşmalarında oluşan, yazar-sanatçı ve aydın hakkındaki görüşlerini okudukça Sartre gibi üzülmemek imkânsız.
1950’lı yıllar ikinci dünya savaşının bittiği zamanlar ve doğu-batı bloklarının dünyayı kıskacına aldığı dönemler. Bundan daha önemlisi Alber Camus’un Nobel Ödülü aldığı ve bu konuşmaları yaptığı 50’lı yıllar Cezayir’in Fransız emperyalist işgaline karşı verdiği savaşın en sıcak zamanları. Camus işte bu konuşmalarda Cezayir ulusal kurtuluş mucadelesinde yazarı ve sanatçıyı bir sorumluluk testinden geçirmektedir. Sartre’nin yaptığı da buydu.
Camus,10 Aralık 1957’de Nobel Ödülü töreninde ’’Sanat ve Yazar’’ başlıklı çok önemli bir konuşma yapar. Bu konuşmada söze sanatın ve edebiyatın tarihsel gelişmesinden başladıktan sonra asıl söyleyeceklerini sona bırakır ve yazar için şu tarihi tespitte bulunur;
Şüphe yok her kuşak dünyayı yeni baştan düzene sokmak görevinin kendisine verildiğini sanır. Benim kuşağım hiç değilse bunu yapmayacağını bilmektedir. Ama belki görevi daha da büyüktür. Yeryüzünün parçalanmasını önlemek görevidir bu. Düşük devrimlerin birbirine karıştığı, tanrıların öldüğü, ideolojilerin tükendiği ve günümüzde değersiz iktidarların her şeyi yıkıp inandırmayı bilmediği, zekânın kin ve baskının uşaklığını yapacak kadar alçaldığı bir tarihin mirasçısı olan bu kuşak, kendi içinde ve çevresinde salt kendi yokluklarından başlayarak yavaş yavaş yaşamanın ve ölmenin vakarını yapanları yeniden kurmak zorunluluğunda kalmıştır. Bu kuşak, büyük, enkisizyoncularımızın ölümün egemeliğini bütün bütün yerleştirmek tehlikesi yarattıkları, parçalanma korkusu altındaki bir dünya karşısında yokuş yukarı yapılan bir çılgın yarışa girmişçesine, uluslar arasında uşaklık olmayan bir barışı kurmak, çalışmayla kültürü yeniden uzlaştırmak, bütün yaşayanlar arasında bir bağdaşma kemeri atmak zorunda olduğunu bilmektedir. Bu büyük görevi başarabileceğine güvenle bakamamaktadır. Ama yeryüzünün her yönünde özgürlük ve gerçek için verdiği çifte sözü tutmakta olduğunda ve gerektiğinde, bu söz için kin tutmadan öleceğinden güvenlidir. Bulunduğu ve özellikle kendisini feda ettiği her yerde özendirilmesi ve saygı duyulması gereken bu kuşaktır. Bana verdiğiniz şerefi bu kuşağa devretmemi içten gönül hoşluğuyla karşılayacağınıza inanıyorum.
Özgürlük tehlikelidir. Ne kadar heyecan verici ise, birlikte yaşamak o kadar güçtür. Bu iki amaca doğru, bu değil uzun bir yolda, yetersizliklerimizi önceden bilerek, güçlükte fakat kararlı olarak yürümeliyiz. Bu durumda hangi yazar iyi niyette kendisinden fazilet istenmesi yürekliğini gösterebilir? Bana gelince bir kere daha söylemeliyim ki bunlardan hiçbirisi değilim ben. Hiçbir zaman içinde büyüdüğüm özgür hayattan, var olma mutluluğundan, ışıktan vazgeçmedim.
Sanatın bir meta olarak tüketildiği, egolarına teslim olmuş budalaların yıldızlara şarkı söylediği bir kuşağın patavatsızlığına değer verildiği şu günlerde Albert Camus’a sığınmaktan başka bir çare var acaba?