Vay Canına... Hayat Rüzgâr Gibi Geçmiş!

"..Bir bakmışsın, çocuklukta top koşturduğun sokak, koca bir özlem olmuş. Bir bakmışsın, yumruk sıktığın eller, şimdi klavye tuşlarında..."

Abone Ol

Abim Nejdet, herkesin tanıdığı "Adanalı Neco" idi. Mahallede adından söz ettirir, çevresine güven verirdi. Çocukluk ve ergenlik yıllarımda onun varlığı bana hep güç oldu. Her ne kadar Adana merkez doğumlu olsam da ben kendimi Sağlık Mahallesi’nde doğmuş sayarım. Çünkü asıl hayat, orada başladı.

Beş yaşımdaydım, Adana’dan Mersin’e Sağlık mahallesinde oturan amcam Murat’ın evine geldiğimde. Ve o günden 12 Eylül'ün karanlığına kadar; ne güzel günlerdi... Lokmamızı bölüştüğümüz arkadaşlarımız vardı, sokakta top oynarken yanımızda olan büyüklerimiz, ilk aşkımız... Hatta ikisi de Süleyman olan iki "kan kardeşim"... Sevgiyle birbirimize sarılmış, bir ömür unutulmayacak yeminler etmiş çocuklardık.

Mahallemizin unutulmaz ismiydi Deli Mahmut. Osmaniye – Yoğurt Pazarı hattında, Playmouth marka taksisiyle dolmuşçuluk yapardı. Sokağımıza adını veren tek kişiydi. Hem sevilen hem de çekinilen bir adamdı. Zayıf, uzun boyluydu. Başından hiç eksik olmayan bir kasketi, sabahları öksürük nöbeti vardı. Sert görünümün altında tertemiz bir kalp taşırdı.

Onun ölümünden sonra bile, sokak başına yaklaşırken herkes hâlâ aynı cümleyi söylerdi:
“Deli Mahmut’ta ineceğim.”
Bu söz hâlâ kulaklarımda yankılanır.

Mahallede biz çocuklarla sohbet ederdi hafta sonları. Evlerinin önünde top oynadığımızda asla ses etmezdi. Eşi Fatma Teyze... O günlerde henüz farkında değildik ama gerçek bir "Adile Naşit"ti. Gülen yüzü, yumuşak diliyle hepimize anneyi hatırlatırdı.

Kızları Yıldız Abla... İri cüssesiyle erkek gibi görünen ama dimdik duran bir karakterdi. Cumhuriyet Meydanı’ndaki Halk Evi'nin doğusundaki Kız Meslek Lisesi’ne giderdi. Cesurdu, lafını esirgemezdi. Kimseden korkmazdı.

Evin küçük kızı Refika Abla ise adeta bir ceylandı. Zarif, güzel, alçakgönüllü… Mahalledeki tüm çocuklar onun güzelliğine ve kibarlığına hayrandı. Onu görünce susardık, sanki güzelliğine saygı duyar gibi… Her ikiside Ablam Nihal ve Nesrin'in de arkadaşlarıyız.

Etrafımız uçsuz bucaksız portakal bahçesiydi.
Karşı komşularımızdan Cumali Amca ile Güllü Abla...
Sendikacı Hüseyin Amca, eşi Yeter Abla… Urfalılar, Antepli teyzemiz, Naime Teyze, Vanlı camcılar… Hepsi evimiz sayılırdı. Her gün birinin sofrasında, bir diğerinin sohbetindeydik.

Ben, Alican, Zülfikar, Nedim, Tayfun, Bülent, Güldane, Serap, Selma, Ali, Küçük Ali Gözanay, Tülay, Nuray, küçük kız kardeşlerim Tebessüm, Ruhiye, Nurdan… Çocukluğumuz bu sokakta birlikte geçti. Dizlerimiz aynı taşlara sürtüldü, sevinçlerimiz aynı toprağa karıştı. Hepimiz aynı ilk okulda okuduk…

Cumali Amca bisikletiyle sokağa çıkar, bize sürmeyi öğretirdi. Bacak arası ilk bisiklet deneyimimiz, sanki dünyaya hükmetmek gibiydi. Bir de eline jiletli usturasını alıp saçlarımızı kazıdığı o günler… Hâlâ hatırladıkça içimden gülümserim. Hafta sonları açtığı binlik şarabını içerken gözlerindeki o huzur hâlâ aklımda.

Mahallemizin ruhunu oluşturan onlarca güzel insan vardı. İsmini anmasam eksik kalır: Öğretmen İsmet Arslan, Öğretmenin Turgut Demirci'nin, Bisikletçi Memiş, Biriketçi Nazif Bilgin, Bakkal Şükrü, Mehmet Aktaş, Yavcalı Şükrü Amca, Dondurmacı Haşim, Ülvi Abi, Kahveci İbo, Kelleci Şener, Ocakçı Sabri Baba, Silvanlı Yasin, Kürt Mehmet, Fikret Çinici, Tayfun, Ali Arslan, Ali Göksu, Şener Sandaloğlu, Ülkü Abi, Cafer Abi, Mustafa, Savaş, Yaşar, Zeynep, Nimet, Tülay, Gözanay, Nuray, Nurcan, kan kardeşlerim iki Süleyman, Basri Temel, Osman, Şabi, Garip, İsmet, Halil Çerçi, Sabahattin Peksel, Necmi, Metin, Uray, Aykut, Ali, Doğan, Metin, Ömer, Yusuf Güneş, Miço, Candar, Turgay, Süvari, Mahmut, Arap sabahattin, saz öğretmeni Kenan, Semra, Tülay, Ahmet Yeşilçimen, Mustafa Duramaz, Süheyla Abla, Çerkez Servet Abla, Samsunlu Ünal Abi, Selçuk Abi, Ünsal Abla, Ayla, Ahraz İsmet, Tuncay, Arabacı Selahattin, Ahraz Rahime, Feyyaz Abi, Yılmaz, Naime, Naciye, Güler, Adalet, Halime, Ayşe, Fatma, Halil, Murat, Atom Şalgamcısı Muzaffer, Çeto Ana, Almancı Sabahat, Hamiyet Abla, Pasaklı Hatice, Eskişehirli Ali Abi, Şadan Ana, Müzeyyen Abla, Müjgan Abla, Rıfkı Abi, öğretmen Erol Abi,

Muzaffer Abi, Kürt Hasan, Arnavut Hasan, Oktay Abi, Şahap Abi, Simsi Zeki, berber Zeki, Şahin, Turgut Abi, ütücü Muharrem, terzi Ömer, Bakkal Ramazan, Küçük Ahmet, Baki, sağlıkçı Seyfi Abi, Fikret Karayağmurlu, İbrahim Dayı, Sakkalı ibrahim abi, İsmet, Erdal Pekmez, Teke Haluk(Kaymakam), Armağan…

Kimi yaşıtım, kimi büyüğümdü. Ama hepsi o mahallenin dokusuydu. Her biri birer anı, birer iz bıraktı yüreğimde.

Abimin yaşıtı olan mahalle delikanlıları bıçkın, gözü kara, sözünü sakınmaz adamlardı. Kimseden çekinmezlerdi. Mahallede Kuvayi Milliye İlkokulu’nun hemen yanında, birleşen sokaklardan geçen yabancı erkekleri, kızlara sarkacaklar diye döverlerdi. Göze görünür köşe başında bir elektrik direğine çaktıkları tahtaya şu yazı asılmıştı:

"Burası Teksas"

Bu yazı, mahallenin kurallarını bilmeyen yabancılara açık bir mesajdı. O levha bugün hâlâ gözümün önündedir. Silinmedi belleğimden…

Bizden büyükler siyasete uzak dururdu ama benim kuşağım öyle değildi. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan gençlerdik Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı sever, DEV-GENÇ’e sempati duyardık. İnandığımız değerler vardı, anlatmak isterdik, konuşurduk.

Abim Nejdet, mahallenin tam göbeğinde bir kahvehane işletirdi. Kavga eksik olmazdı orada. Belki de bu yüzden, beni biraz dövüşçü yetiştirmek istedi.
İlk durağımız Halk Eğitim binasının bodrum katındaki boks okuluydu. Antrenörümüz Cemil Gemili’ydi. Sert bir adamdı ama işini bilirdi. O günlerde salonda antrenman yapanlar arasında Zeki Güverti, Zeki Hancı, Arap Mehmet, Fuat ve Suat kardeşler, Mehmet Varlıklı gibi isimler vardı. Hepsi Mersin’in gururu olmuş, Türkiye genelinde ses getirmiş boksörlerdi.

Ama benim boks hikâyem çok uzun sürmedi. Cemil hocanın, özellikle de yeni başlayan biz çaylaklara yönelttiği küfürlere fazla tahammül edemedim. Ringe çıkmadan boksa kısa sürede veda ettim.

Fakat abim bırakmadı peşimi.
“Sen bu spordan kaçamazsın,” dercesine beni bu kez, rahmetli babamızın da çok sevdiği bir branşa; Judo’ya yazdırdı. Yine Halkevi'nin içinde, o dönem Mersin’deki tek spor salonuydu. Hocamız Suphi Tosunoğlu’ydu. Heybetli duruşu, ağırbaşlı haliyle biz gençlerin örnek aldığı, saygı duyduğu bir adamdı. Aynı zamanda cezaevinden tanıdığım, çok sevdiğim Tahir Tosunoğlu’nun kardeşiydi.

Sonra Edip Burhan Spor Salonu açıldı, biz de oraya geçtik. Orada Niyazi Atmaca judo ajanımız oldu. Sonrasında ise Hıdır ve Selahattin Aşkın hocalarımızla çalışmaya başladık. Gerçekten iyi bir eğitim aldım. Güçlendim, disiplinlendim, öğrendim.

O yıllarda Türkiye’de Taekwondo furyası başlamıştı. Mersin'e de sıçradı bu rüzgar.
Yaşı altmışı geçmiş Şükrü Gencer Hocamız, Koreli bir hoca eşliğinde bizleri çalıştırmaya başladı. Daha ilk üç günün sonunda, bizden birçoğu Taekwondo’nun Mersin’deki ilk sporcuları arasında yerimizi aldık. Ankara’dan gönderilen, kırmızı-siyah kuşak sahibi Ziraat Fakültesi öğrencisi İbrahim Bayrak’ın öğrencisi olduk. Aramızda öne çıkanlar vardı; mesela Yasin Damla ve İbrahim Bayraktar... Gerçekten göz dolduran yetenekli sporculardı.

Benim bu sporculuk serüvenim, lise ikinci sınıfta mecburen gittiğim Kırşehir’de devam etti. Orada Taekwondo kursları verdim. Tüm Kırşehirli gençler katılırdı. İl Spor Müdürlüğü gözetiminde yaptığımız antrenmanlar büyük ilgi görüyordu. Ama bir kavgaya karıştım. Kentteki en büyük kavgalardan biri... Sonrasında Yozgat’a gitmek zorunda kaldım. Ve spor hayatım da orada sona erdi.

Her ne kadar yarım kalmış gibi görünse de boks, judo ve Taekwondo’dan edindiğim teknikler beni sağlam bir dövüşçü yapmıştı. Abim Neco da bunu fark etmişti.
Abim kendi iş hayatında, canını sıkan birileri olduğunda beni yanına alırdı. Gittiğimiz mekânda daha abim yerinden bile kalkmadan, ben çoktan ortalığı dağıtmış olurdum. Oturduğu sandalyeden seslenirdi:

“Lan... Gardaşım sizlere yetiyor! Ben daha ayağa kalkmadım ha! Şimdi Çopurlu’nun üstüne çıkıyorum. Atarı olan, arkamızdan gelsin. Orada bekliyoruz!”

Giderdik Çopurlu’nun ormanlık tepelerine. Murat marka arabasında saatlerce beklerdik. Ama ne gelen olurdu ne giden...

Bunca yaşanmışlıklar…

Vay canına... Hayat rüzgâr gibi geçmiş!
Bir bakmışsın, çocuklukta top koşturduğun sokak, koca bir özlem olmuş.
Bir bakmışsın, yumruk sıktığın eller, şimdi klavye tuşlarında...

Ve bütün bu yıllar, ne büyük bir sermayeymiş meğer.
Mahallem, abim, dostlarım, açlıkla, toklukla, sporla, kavgayla, kahkahayla geçmiş o günler...
Hepsi kalbimde yerli yerinde duruyor. Hiçbirini unutmadım.