*İsrail ve Filistin savaşında karar vericiler ve bedel ödeyenler…
*ABD ve küresel güç düzeni: Hegemon mu yoksa ticaret imparatoru mu?…
*Rusya: Parçalanan Sovyetler’den sonra süper güç sevdası…
*Ukrayna Krizi: Avrupa’nın hesap hataları ve cahil cesareti…
*Kıbrıs Sorunu: Tanınmayan KKTC ve görmezden gelinen Türk varlığı…
*Türkiye: Umut veren söylemler ve büyüyen endişeler…
*İstanbul: Dünyanın en güzel ve yaşanır şehri. bir de o fakirlik olmasa…
*Hollanda: 60 yıldır yaşadığım, dünyanın en refah ülkelerinden biri…
*Tüm bu karmaşanın içinde hâlâ ayakta kalan insanlık değerleri…
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie staat onderaan)
İlhan KARAÇAY dünyayı inceledi ve yazdı:
Bir sabah oturdum ve düşündüm. Bu yaştan sonra ben, niye yola çıkarım?
Para için değil. Şöhret için değil. Gezmiş olmak için hiç değil.
Ben dünyayı gezmeye, insanı yerinde anlamak için çıktım.
Bu yolculuğa çıkarken aklımda turistik fotoğraflar yoktu.
Ne Eyfel’in önünde poz verme derdim vardı, ne de “şurada da bulunmuştum” demek gibi bir hevesim. Zira geçmişte bunların hepsini görmüş ve yaşamıştım.
Ben dünyayı kartpostallardan değil, yüzlerden okumak istedim.
Çünkü artık şunu fark ettim: Dünya, masa başından anlaşılmıyor. Dünya, stüdyodan anlatılamıyor. Dünya, koltukta oturarak yorumlanamıyor. Dünya, yerinde görülerek anlaşılır.
Hangi ülkeye gittiysem kendime şunu sordum: ‘Burada insanlar sadece hayatta mı kalmaya çalışıyor yoksa hâlâ yaşamaya mı çalışıyor?’
Aradığım aslında manzara değildi, insandı.
Ve hemen şunu gördüm: Dünya büyük bir televizyon yalanı değil, ama televizyon dünyayı çok küçük ve çok çarpık gösteriyor.
ÇİN VE UYGUR SORUNU: SESSİZLİĞE MAHKÛM EDİLEN BİR HALK
Çin, dışarıdan bakılınca kusursuz bir makine gibi ve dev bir güç. Aynı zamanda kendi sergilediği imajın esiridir. Teknoloji üreten, fabrikalarıyla dünyayı dolduran, limanlara hükmeden bu dev ülke. Ekonomisiyle, teknolojisiyle, disipliniyle dünyaya meydan okuyor gibi.
Her şey sistemli, her şey düzenli, her şey kontrol altında.
Ama konu ‘Uygurlar’ olduğunda, gücünü korkuya dönüştüren bir devlete dönüşüyor.
O dev güç, bir halktan korkuyor.
Sorunun kökü, sadece azınlık politikası değildir. Bu mesele, Çin’in kültürel homojenleştirme takıntısından kaynaklanıyor. Pekin yönetimi şunu istiyor: ‘Tek dil, tek kimlik, tek resmi tarih.’
Ama Uygurlar bu kötülüğü kabul etmiyor. Çünkü Uygurlar sadece bir etnik grup değil, bin yıllık bir kültürdür. Dilleri, müzikleri, yemekleri, inançları. Hepsi bir hafızadır.
Ve işte tam da bu yüzden Çin, onları sadece susturmuyor. Onları unutmak zorunda bırakmak istiyor.
Toplama kampları, yeniden eğitim merkezleri adı altında kurulan sistemler. Ama gerçekte olan şu: Bir halkın kimliği törpüleniyor.
Uygur bölgesine vardığınızda şunu hissediyorsunuz: Binalar modern, yollar geniş, her şey var. Ama ruh eksik.
İnsanlar konuşurken etrafına bakıyor. Sohbet ederken sesi kısılıyor. Bazı kelimeler yarım kalıyor.
Bir Uygur şöyle dedi: “Burada sözler serbest değil, sadece nefes almak serbest.”
Ama buna rağmen, bir şey hâlâ yaşıyor orada: Kültür.
Bir anne çocuğunun kulağına gizlice Uygurca bir ninni fısıldıyor.
Bir yaşlı, evinde yasak olduğu halde eski bir türkü mırıldanıyor.
Bir genç, telefonunda gizli gizli kendi tarihini okuyor.
Şunu anladım: Baskı suskunluk yaratır ama hafızayı öldüremez.
Ve tüm dünya ve hatta Türkiye Ucuz Çin mallarından vazgeçmemek için vicdanını taksitle susturuyor.
İSRAİL VE FİLİSTİN SAVAŞI: SAVAŞI YÖNETENLER VE ACISINI ÇEKENLER
Bu coğrafyada taş bile yorgun.
Her sokakta bir hikâye, her duvarda bir kayıp var.
Yıkılmış evler, parçalanmış hayatlar, sessiz kalan dünya.
Filistin tarafında yıkılmış evler, yerde toz, havada siren sesi, gökyüzünde dron uğultusu.
Bir çocuğa soruluyor: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
Çocuk duruyor ve şöyle diyor: “Büyümek istiyorum.”
Bu cümle bütün diplomasi metinlerinden daha ağırdır.
Ama işin diğer tarafında, İsrail’de yaşayan sıradan bir kadın da şunu söylüyor: “Biz de korkuyla yaşıyoruz. Ama korku, başkasının canını almaya gerekçe olmamalı.”
İşte gerçek burada. Sorun sadece iki halk arasında değil.
Sorun, bu korkuyu siyasete, bu acıyı yatırıma, bu savaşı stratejiye dönüştürenlerde.
Bu meselenin kökü, 1917 Balfour Deklarasyonu’na, 1948’deki Nakba’ya ve Batı’nın Ortadoğu’daki çıkar hesaplarına uzanır.
Bir halkın vatan diye gördüğü yer, bir başka halk için güvenlik alanı olarak sunuldu.
Ve bu yanlış hesap, on yıllardır kanla ödeniyor.
Çocuklar ölüyor ama karar masasında çocuk yok.
Anneler ağlıyor ama müzakere masasında onları kimse temsil etmiyor.
Sokaklar yanıyor ama yangını çıkaranlar klimalı odalarda oturuyor.
Savaşın kazananı yoktur. Ama kaybedenleri her gün artıyor.
ABD VE KÜRESEL HEGEMONYA:
DÜNYANIN PATRONU MU, TACİRİ Mİ?
Amerika’ya gittiğinizde, size satılan ilk şey özgürlük olur.
Ama fiyat etiketi hep arkada gizlidir.
Bir üniversite öğrencisi, “Amerika gerçekten özgür mü?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Özgür olmak pahalıdır. Biz çoğu zaman onu karşılayamıyoruz.”
Bu ülke, dünyaya demokrasi ihraç ettiğini söyler ama, arka kapıdan silah satar.
Bir yandan insan haklarından söz eder, öte yandan milyonlarca insanın iç işlerine burnunu sokar.
Sorunun kökü şudur: “Amerika için demokrasi bir değer değil, çıkar aracıdır.”
ABD’ye uymayan hükümetler devrilir. Uyanlar desteklenir. Petrol olan yerlere özgürlük gider. Olmayan yerlere ise sadece nasihat.
Ama şu da açıktır: “Amerika sadece Pentagon’dan ibaret değildir.”
Orada da sokakta yaşayan, direnen, vicdanını kaybetmemiş insanlar vardır.
Devlet başka, insan başkadır.
Amerika, sadece dünya jandarması değil.
Bugün aynı zamanda kendi sokaklarında bile güvenliği tartışılan bir ülke.
Birkaç gün önce yaşanan yeni bir terör saldırısı, bunun en acı örneklerinden biri oldu.
Her olaydan sonra benzer cümleler kuruluyor:
“Tedbirler artırılacak… Güvenlik gözden geçirilecek… Sorumlular bulunacak…”
Ama değişen bir şey oluyor mu?
Hayır.
Çünkü Amerika’da sorun silah değil. Sorun, silaha tapınan bir zihniyettir.
Özgürlük, burada çoğu zaman başkasının canına mal olan bir ayrıcalığa dönüşüyor.
Bir başka son gelişme daha: Venezuela’daki durum.
Venezuela artık sadece ekonomik bir çöküş değil, küresel bir hesaplaşma alanıdır.
Bir zamanlar petrol zengini olan bu ülke, bugün yoksulluğun ve siyasi tıkanmanın sembolüne dönüşmüştür.
Ancak ABD’den buraya “demokrasi için” bir müdahale beklemek saflık olur.
Çünkü Washington’un derdi özgürlük değil, enerji ve jeopolitik kontroltür.
Ve bugün artık şu cümle daha sık kuruluyor:
ABD’nin Venezuela’ya müdahale edeceği iddiaları yoğunlaşıyor.
Bu kez “dünya jandarması” rolüyle değil, açık çıkar hesabıyla.
…Ve bugün Amerika’nın en büyük sorunu da budur: “Kendi halkıyla bile arasında büyüyen mesafe.”
RUSYA: PARÇALANAN BİR İMPARATORLUĞUN RUH HALİ
ABD’nin yönlendirdiği Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni çökertti.
Ama yıkılan sadece bir rejim değildi. Bir hayal, bir güç duygusu, bir dünya iddiası da dağıldı.
Ve o enkaz, hâlâ Rus halkının omuzlarında.
Bir Rus emekli şöyle dedi. “O zaman özgür değildik. Şimdi de huzurlu değiliz.”
Rusya bugün geçmişine sıkışmış bir dev.
Bir yandan eski gücüne dönmek istiyor.
Bir yandan yeni dünyada yer bulamıyor.
Bir ülke sadece haritayla toparlanmaz. Önce ruhunu toparlaması gerekir.
Ve Rusya hâlâ bunu yapmaya çalışıyor ama bazen yanlış yollardan geçerek.
Gücü güvenliğin yerine koyuyor. Ve bedelini yine halk ödüyor.
Sorunun kökü şudur. Gücü güvenlik zanneden bir zihniyet.
Ve o güvenlik adına yapılan her hamle, yeni güvensizlikler doğurur.
Bedelini kim ödüyor? Siyasetçiler değil.
Cephede ölen gençler.
Markette fiyatları sayan kadınlar. Kira yetiştiremeyen işçiler.
UKRAYNA: BİR KOMEDYENİN RUH HALİ VE AVRUPA’NIN CAHİL CESARETİ
Ukrayna artık sadece bir ülke değil. Bir cephe hattı.
Avrupa, bu savaşı uzaktan izlerken, barıştan değil, jeopolitik kazançtan söz ediyor.
Ukrayna’da gençler liderlik tartışmasını çoktan bırakmış durumda. Onlar sadece yaşamak istiyor.
Zelenski bir lider olabilir. Bir komedyen de olabilir.
Ama Avrupa’nın onu, dünyayı ateşe atacak kadar sahiplenmesi, tarihi bir körlüktür.
Çünkü gençler şunu söylüyor: “Bize silah değil, barış lazım.”
Ama silah satmak, barış satmaktan her zaman daha kârlı.
Sorunun kökü şudur. Barış kazandırmaz. Silah ise çok kazandırır.
Bu dünyada artık vicdan değil, bütçe konuşur.
KIBRIS: TANINMAYAN DEVLET VE UNUTULMAYA ZORLANAN HALK
Kıbrıs meselesi sadece bir ada meselesi değildir.
Bu, uluslararası ikiyüzlülüğün açık fotoğrafıdır.
Kasıtlı olarak bölünmüş devletler bile dünyada bir şekilde tanınırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hâlâ yok sayılıyor. Kendi toprağında var, dünya haritasında yok.
Sorunun kökü Rum tarafının tek egemen devlet olarak sunulması değildir sadece.
Sorunun kökü, Batı’nın çıkar terazisidir.
Kosova’yı tanıyanlar, Güney Sudan’ı alkışlayanlar, KKTC söz konusu olunca susuyor.
Çünkü Kıbrıs, satranç tahtasında bir taş. Ama o taşın üzerinde yaşayan bir halk var.
Gençleri göç ediyor. Ekonomi kırılgan. Umudu sınır kapılarında tükeniyor.
Kıbrıs’ta dolaşırken garip bir duygu var.
Hem evindesin hem yabancısın.
Bir taraf tanınıyor. Bir taraf yok sayılıyor.
Ama adalet bu mu?
Bir Kıbrıslı Türk şöyle dedi: “Biz en çok dünyaya değil, bazen kendimize yeniliyoruz.”
En acısı şu. Bazı Kıbrıslı Türkler, “Rum tarafına bağlanalım” diyor.
Bu, geçmişin acılarını bilmeden geleceği satmaktır.
Bir esnafın cümlesi ise şuydu: “Bayrak karnı doyurmuyor abi. Ama hafıza satılmaz.”
Buna rağmen hâlâ bu toprağa sahip çıkanlar var.
Hâlâ bu hafızayı terk etmeyenler var.
TÜRKİYE: UMUT, YORGUNLUK VE
ARADA KALAN BİR ÜLKE
Türkiye artık sadece bir ülke değil. Bir ruh hali.
Bir yanı geçmişinin gururuyla yaşayan, bir yanı bugünün yükünü taşımakta zorlanan bir toplum.
Sorunun kökü sadece ekonomi değil.
Sorun, güvenin aşınması.
Adalet duygusunun zedelenmesi.
Geleceğin flu hale gelmesi.
İnsanlar artık şunu soruyor: “Bu ülkede hayal kurulur mu yoksa sadece sabredilir mi?”
Gençler yurt dışına gitmenin yollarını arıyor.
Yaşlılar geçmişi özlüyor.
Orta yaşlılar bugünü taşımaktan yorulmuş durumda.
Ama buna rağmen Türkiye hâlâ direniyor.
Çünkü bu ülkede hâlâ güçlü bir dayanışma damarı var.
Hâlâ düşene el uzatma kültürü var.
Hâlâ yok olmamış bir vicdan var.
Türkiye şu an bir yol ayrımında değil. Bir yüzleşmenin eşiğinde.
…Ve bu yüzleşme, ya yeni bir diriliş doğuracak, ya da uzun bir yorgunluk.
İSTANBUL: DÜNYANIN EN GÜZEL VE YAŞANIR ŞEHRİ. BİR DE O FAKİRLİK OLMASA…
Bu fotoğrafa bakınca insanın içine garip bir şey çöküyor.
Sanki hem bir gurur, hem bir hüzün, hem de tarifsiz bir özlem.
Çünkü İstanbul, yalnızca bir şehir değil.
O, bir hatıralar atlası, bir medeniyet yorgunu ve aynı zamanda bir direniş mekânı.
Boğaz, gecenin içinde bir gümüş yol gibi uzanıyor.
Köprü, iki kıtayı değil, iki ayrı ruh halini birbirine bağlıyor.
Bir yakasında geçmiş…
Diğer yakasında belirsiz bir gelecek.
“Boğaziçi şen gönüller yatağı…” diye başlayan o eski şarkılar boşuna söylenmedi.
Bu şehir, vaktiyle gerçekten de şen gönüllerin yatağıydı.
Aşıkların buluştuğu, şairlerin ilham aldığı, gurbetçilerin veda ederken son kez baktığı yerdi.
Bugün ise İstanbul biraz daha yorgun.
Biraz daha gürültülü.
Biraz daha sabırsız.
Ama hâlâ büyüleyici.
Lüks gökdelenlerin gölgesinde sıkışan hayatlar var artık.
Tarih kokan semtlerin yerini betonun sert yüzü alıyor.
Ama ne olursa olsun,
Boğaz’ın suyuna karışan o kadim ruhu kimse söküp atamıyor.
Orhan Veli’nin dediği gibi,
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”
Dinlediğinizde hâlâ martı seslerini, vapur düdüklerini ve sokak satıcılarının yankısını duyarsınız.
Ve bir de o derin iç çekişi…
Yüzyılların yorgunluğunu taşıyan o sessiz iç çekişi.
İstanbul artık bir masal şehri değil belki.
Ama hâlâ bir kader şehri.
Sevenini de yoran.
Gururlandıran ama aynı zamanda yaralayan.
Ve yine de…
Bütün yoksulluğuna, bütün keşmekeşine, bütün kırgınlığına rağmen
İstanbul, İstanbul’dur.
Çünkü bazı şehirler yaşanmaz.
Bazı şehirler yaşatır insanı.
Ve İstanbul, hâlâ yaşatmaya devam ediyor.
HOLLANDA: 60 YILDIR YAŞADIĞIM, DÜNYANIN EN REFAH ÜLKELERİNDEN BİRİ
Ben bu ülkeye geldiğimde takvimler farklıydı.
Sokaklar daha sessizdi. İnsanlar daha mesafeliydi. Ama sistem, daha netti.
Hollanda bana şunu öğretti: Refah, sadece para değildir. Refah, kuralların işlemesidir.
Refah, hakkın tanınmasıdır. Refah, sıraya girmenin doğal karşılanmasıdır.
Burada kimse torpil sormaz. Çünkü sistem torpile izin vermez.
60 yıldır bu ülkede yaşıyorum. Lalelerin açtığı baharları da gördüm.
Koalisyon kavgalarının bitmeyen sonbaharlarını da.
Hollanda’da hükümet kurmak, bazen mevsim değiştirmekten daha uzun sürer.
Ama ilginçtir, devlet aksamaz.
Koalisyon tartışmaları aylar sürer.
Partiler anlaşamaz. Masalar dağılır, yeniden kurulur.
Ama hiçbir Hollandalı şunu sormaz: “Peki şimdi ülke nasıl yönetilecek?”
Çünkü burada sistem kişilere değil, kurallara dayanır.
Bir gün bir Hollandalı komşum bana şöyle dedi: “Bizde hükümetler geçicidir ama kurumlar kalıcıdır.”
İşte bu cümle, bu ülkenin özüdür.
Hollanda bazen soğuk görünür. Ama adaletle ısınan bir tarafı vardır.
Bazen mesafelidir. Ama güven verir.
Ve ben, 60 yıldır bu ülkede yaşarken şunu gördüm:
Refah, lale bahçeleri kadar süslü değil. Ama bir o kadar da emeğe dayalıdır.
DÜNYANIN, YAŞAMAYA DEĞER HÂLÂ GÜZEL TARAFLARI DA VAR
Dünya çok yara aldı. Bunu gördüm. Bunu yaşadım. Bunu dinledim.
Ama şunu da gördüm: “Dünya sadece yıkımdan ibaret değil.”
Her bombanın düştüğü yerde birileri enkaz kaldırıyor. Her yıkılan evin yanında birileri yeniden umut kuruyor. Her kararan gökyüzünün ardından bir sabah yine doğuyor.
Ve işte bu yüzden bu yazıyı karamsarlıkla değil, umutla bitirmek istiyorum.
İtalya’da küçük bir kasaba:
Sabah erkenden bir fırında yaşlı bir amca vardı.
Kahveleri hazırlarken baktı ve dedi ki: “Gelen misafir değildir. Dünyanın her köşesinden gelen, ev sahibidir.”
İşte o an anladım. Güzellik bazen bir fincan kahvedir.
Japonya’da bir sabah, küçük bir tren istasyonu:
Kalabalık yoktu. Gürültü yoktu. Sadece zaman vardı. Bir adam geldi. Elindeki süpürgeyle peronu temizlemeye başladı. Ama öyle hızlı değil. Öyle acele değil.
Her çöpü alırken hafifçe eğiliyor, her adımı bir ritüel gibi atıyordu.
‘Her gün mü bunu yapıyorsunuz?’ sorusuna, gülümseyerek şu cevabı verdi: “Evet. Çünkü buraya gelen herkesin günü temiz başlasın istiyorum.”
O an anladım: Bazı ülkeler teknolojisiyle büyür. Bazı ülkeler parasıyla. Ama Japonya, sorumluluk duygusuyla büyümüş.
Orada sokaklarda çöp göremezsiniz. Ama çöp kovası da yoktur. Çünkü herkes, çöpünü vicdanında taşır.
İşte Japonya bana şunu öğretti: Güzellik bazen tapınak değil, bir davranıştır. Bir düzendeki sessizliktir. Bir insanın işine gösterdiği saygıdır.
Ve bu yüzden diyorum ki: Dünya hâlâ güzel.
Çünkü Japonya’da bir adam hâlâ sabahları bir istasyonu temizliyor.
Evet…
Çin’de zulüm var.
Filistin’de gözyaşı var.
Ukrayna’da bombalar var.
Kıbrıs’ta yalnızlık var.
Rusya’da korku var.
Amerika’da fırsatçılık var.
Ve bu yüzden diyorum ki: ‘Dünya kötü değil. Dünya yorgun.’
Ama hâlâ sevgiye açık, umut taşıyan, iyilikle nefes alan insanlarla dolu.
Ben dünyayı gezerken şunu öğrendim:
Devletler bozabilir.
Sistemler çökebilir.
Siyaset kirletebilir.
Ama eğer bir insan yolda bir yabancıya gülümseyebiliyorsa, bu dünya hâlâ kurtarılabilir.
Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum: Dünya kötüye gidiyor olabilir. Ama insan hâlâ güzel kalabiliyorsa, bu yol bitmemiştir.
…Ve sırf bu yüzden gezmeye devam edeceğim. Çünkü dünyayı, haberlerden değil, insanlardan öğrenmek istiyorum.