As Başkan Şimşek'en tepki istifası As Başkan Şimşek'en tepki istifası

Benim için süper bir baba, ağabey, arkadaş ve öğretmen olan rahmetli Nezih Demirkent, vefatından bu yana 23 yıl geçmesine rağmen, Türk medyasında hiç unutulmayan bir isimdir.
Dün O’nu mezarı başında analar arasında bulunan eski müdürüm ve sevgili dostum Ertuğ Karakullukçu, yapmış olduğu konuşmada O’nu ‘Babıali’nin son anıt insanı’ olarak nitelemişti.

Karakullukçu’nun konuşmasının da içinde yer alacağı haberi ŞEHRİ-İ HATAY’dan okuyalım:

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) önceki başkanlarından Nezih Demirkent ölümünün 23. yılında 11 Şubat 2024 Pazar günü Aşiyan Mezarlığı’nda kabri başında anıldı.
Törene TGC Genel Sekreteri Sibel Güneş, TGC Genel Saymanı ve Ekonomi Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Güldağ, TGC Onursal Üyesi Rüştü Bozkurt, TGC kıdemli üyeleri Ertuğ Karakullukçu, Şekip Gümüşkanat, Ekonomi Gazetesi Haber Koordinatörü Mustafa Kemal Çolak ve çok sayıda gazeteci katıldı.

SİBEL GÜNEŞ: GAZETECİLİKTE DAYANIŞMANIN SİMGE İSMİYDİ

Anma töreninde konuşma yapan TGC Genel Sekreteri Sibel Güneş 1982 yılında başkanlık görevine başlayan Nezih Demirkent’in gazetelerin dayanışmasında, yerel ve yaygın medya arasındaki bağların güçlenmesine sağladığı büyük katkıya dikkat çekerek şöyle konuştu:

“Nezih Demirkent meslek yaşamını çalışan gazetecileri korumaya, meslek örgütlerine destek olmaya adamış bir gazeteciydi. TGC’nin kurumsallaşmasına büyük katkı sağladı. Onun başkanlık döneminde basının hafızası olan TGC Basın Müzesi ve TGC Huzurevi hizmete açıldı. İşsiz gazetecilere yayın organlarında yer açtı. Nezih Demirkent’i ve mesleki dayanışmada simge bir isimdi. İşsiz gazetecilere kapısını hep açık tuttu. Mesleğimize mıza sağladığı katkıyı hiç unutmuyoruz. 23. ölüm yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.“

RÜŞTÜ BOZKURT: NEZİH DEMİRKENT DEĞER ÜRETMEK İSTERDİ

TGC Onursal Üyesi, Ekonomi Gazetesi Başdanımanı Nezih Demirkent’in yakın çalışma arkadaşı Rüştü Bozkurt ise duygularını şöyle dile getirdi:

“Geçmişte topluma değer katmış insanları anmayı beceren insanlar toplumsal hafıza oluşturup sağlıklı bir gelecek yaratıyorlar. Geçmişte bir şeyler yapmış insanları görmezden gelenler de birbirini yemekten kurtulamıyorlar. Nezih bey değer üretmek isterdi, değer üretmeyi kamu görevi olarak ele almıştı. Değer verdiği kişileri siyasi görüşlerini hiç dikkate almadan koruyup kollamaya çalışırdı. Değer üretmenin sivil toplum örgütlerinden geçtiğini çok iyi bilirdi. Benim kendisiyle 20 yıl çok yakın çalıştım. Nezih Demirkent tüm eleştirilere açıktı. Bugün de Nezih Demirkent yaşasaydı umutlarımın kırıldığı noktada bana yol gösterirdi diye düşünürdüm. Yerinde rahat uyusun. Hepimiz onun gibi geleceğe pozitif izler bırakabilsek keşke.”

Bir 13 kişi görseli olabilir

ERTUĞ KARAKULLUKÇU: BABIALİNİN SON ANIT İNSANIYDI

Nezih Demirkent’in yakın çalışma arkadaşlarından gazeteci Ertuğ Karakullukçu ise “Babıalinin son anıt insanıydı” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürdü:

“Nezih Demirkent sadece gazeteci olarak değil, insan yönüyle, organizasyon yeteneğiyle, yönetici niteliğiyle de değerlendirilmelidir. Bağımsız gazetecilik sembolüydü. Haber doğruysa, kime dokunur, hiç düşünmezdi. Haber doğruysa yazardınız ve arkanızda kapı gibi Nezih Demirkent’in olduğunu bilirdiniz. Türkiye’de yerel gazeteciliği başlattı. Gazetenin Anadolu eklerini başlattı. Dünya Gazetesi’nde de Anadolu açılımlarıyla bunu destekledi. Onun öğrencileri olarak bağımsız gazetecilik ekolünü desteklemeyi sürdürmeye çalışıyoruz.”

TÜRK MEDYASININ BAŞ ÖĞRETMENİ OLAN NEZİH DEMİRKENT İLE YAŞADIĞIM NOSTALJİK ANILAR

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving

11 Şubat 2001 Pazar. Bu tatil gününün yatak keyfini çıkar­mak için TRT’deki Pazar Pa­norama’yı izliyorum. Bu nedenle de hiç kaçırmadığım NTV haberini kaçırıyorum. Saat 10.20’de telefon çaldı. Arkadaşım Erdinç Örgüt aramıştı. Ani­den “Başın sağolsun” dediğini du­yunca aklıma ilk gelen Nezih Demir-kent oldu. Zira, arkadaşım Erdinç, ai­lemden haber alamazdı. Bir devlet bü­yüğü ölseydi TRT yayını keser ve ya­yınlardı, Birkaç saniye içinde beynim­de Demirkent yaşadı.
Ve Erdinç’in ‘Nezih Ağabeyi kay­bettik’ deyişi ile çöktüm. Hemen is­tanbul’a uçma hazırlığına başladım.

Günboyu mobil telefonum susmadı. Allah hepsinden razı olsun. Demir-Halk Bank’ın Genel Müdürü Merdan Araz, İstanbul Havayollarının eski Mü­dürü Berk Güden, Avrupa Türk Telecom’un sahibi Ali Yavuz, gazeteci arkadaşlarım Ünal Öztürk ve Ali Okşak, turizmci dostlanm Refik Selahiye, Ce­mal Kapıkıran ve Nebil Zeytunlu bana ilk teselli verenler oldu. Daha sonra pek çok tanıdık ve okur taziyelerini bil­dirdi.

Meslek hayatımda benim babam, ağabeyim ve arkadaşımdı De­mirkent.

Afbeelding met begrafenis, graf, begraafplaats, kleding Automatisch gegenereerde beschrijving

1969 yılında Hürriyet’e girdi­ğim zaman Nezih Ağabey Hürriyet’in yan kuruluşu Yeni Gazete’de idi. 1971 yılında Hürriyet’in başına geçtiği za­man, Garbis Keşişoğlu yönetimindeki Avrupa nüshaların basımı için Frank­furt’ta matbaa kurma çalışmalarını ta­mamladı. O zamanki en büyük rakibi­miz Tercüman idi. Tercüman’ın tirajı­na ulaşmak bir hayal gibiydi. Ama Av­rupa’da oluşturduğumuz ekip, her ge­çen gün tirajımızın yükselmesine yet­mişti. Nezih Ağabey, bir süre sonra Ertuğ Karakullukçu’yu Avrupa baskılarının başına getirdi. İşte bu atamadan sonra Hürriyet’in Avrupa baskılannın tirajı Tercüman’ın tirajını geçmeye başladı.

Hollanda ve Belçika benim sorumlu­luğumda idi. O yıllarda ulaştığımız tiraj rekor olmuştu. Bugün bile o günkü ti­raja ulaşılamıyor. Nezih Demirkent, gazeteciliğin en ince yönlerini keşfet­miş bir yönetici olarak, tirajına ulaşıl­ması bile hayal kabul edilen o zamanki Tercüman’ı geride bırakmayı başar­mıştı. Bunun için hepimiz Hürriyet’i sırtımızda taşıdık diyebilirim.

Çok güçlüydü

Çok severdi Nezih bey Hollanda ve Belçika’yı. Hollanda’ya geldiği za­man Van Gogh ve Milli Müze’yi gez­meden gitmezdi. Onunla Hollan­da’dan Belçika’ya otomobil ile bir se­yahatimiz olmuştu. Başbakan Demirel Brüksel’e geliyordu. O günkü yayın­lar nedeniyle Demirel, Hürriyet’e so­ğuktu. Demirel’in kalacağı otele gel­diğimiz zaman lobinin en uzak köşe­sinde oturmuştuk. Başbakan Demirel otele geldiği zaman etrafında, sıkı bir koruma vardı. Hiç kimse yanaştırıl­mıyordu.

Hiç unutamıyorum. Demirel’in otel salonuna giri­şi ve asansöre binişinden sonra biri kulağına birşeyler fısıldadı. Demirel ellerini iki yana açtı ve asansörün ha­reketini önledi. Asansörden çıktı ve bizim oturduğumuz köşeye doğru yürümeye başladı. İşte o sırada De­mirkent ayağa kalktı ve kendisine doğru gelen Demirel’e el uzattı. Tüm ba­sın mensupları Demirel’in yanına yanaşamazken, ay­nı Demirel’in asansörden özel olarak çıkarak bizim oturduğumuz yere kadar yürümesi, Demirel’in Hürriyet’e ve Demirkent’e verdiği değeri ortaya ko­yuyordu.

Sağlamcıydı

Demirkent, muhabirlerine çok güve­nirdi. Ama bir hata yapmamaları için de kontrol mekanizmasını çalıştırırdı. 1972 yılında Rotterdam’da Türkler’e saldırılar yapılıyordu. Günlerce süren bu saldınlarda Türk evleri yakılıyordu. Verdiğimiz haberler Türkiye’de de manşetlerde idi. İnanılması çok zor olan olayları aktarıyorduk. Nezih Ağa­bey, Delft’te ikamet eden yeğenine çaktırmadan görev vermiş bizi kontrol ettirmişti.

1976 yılında Beyaz Kelebekler’in “Sen gidince bak neler oldu” adlı şarkısı burada hit olmuştu. Radyo ve televizyonlar gün boyu bu parçayı ya­yınlıyordu. Geçen yıl hit olan Tar­kan’ın “Şımarık” adlı parçası “Sen gi­dince” kadar ünlenmemişti. Nezih bey ile ‘Sen Gidince’yi çarşıda pazarda da her an du­yuyorduk. Beyaz Kelebekler’i tam üç kez duyduğu zaman bana anlamlı bir bakış savurdu. Otelden çıkıp Zwolle’deki bir matbaayı ziyarete giderken radyoda bir kez daha Sen Gidince’yi duyan Ne­zih Ağabey espriyi patlattı “Ulan ben gelmeden önce radyolara ta­limat mı verdin?”

AJDA PEKKAN’IN GİZLİ AŞKI

Türkiye’de medyanın yayınlayamadığı haberler vardı. Bazı kişilerin aleyhi­ne yazmak zordu. Bunlardan biri de, o zaman Ajda Pekkan ile gizli aşk yaşa­yan ünlü bir işadamıydı. Bu işadamının Ajda Pekkan ile ilişkisi olduğunu hiçbir yayın organı yayınlayamamıştı. Ajda Pekkan’ın Eurovizyon Şarkı Yarışma-sı’na “Petrol” adlı şarkı ile Lahey’de katıldığı haftaydı. Nezih Ağabey İstan­bul’dan aradı ve aynen şunları söyledi:

“İlhan, Ajda’nın sevgilisi işada­mı Erdoğan Demirören bugün Amsterdam’a geliyor. Onu havaalanından al, oteline götür ve ilgilen. Ama daha sonra da ne yapıp yap, Ajda ile birlikte fotoğraflarını çek ve bizzat bana gönder. Bunu yapamazsan ceke­tini al ve git.”

Emir büyük yerden ve de şaka yollu tehditli gelmişti. Ünlü işadamını hava­alanında uçak kapısından aldım. Aj­da’nın kaldığı otele giderken kendisi­ne, “Bak, Nezih Ağabey’den emir geldi. Senin Ajda ile resimlerini çekeceğim ve göndereceğim” uyarısını yaptım. Ünlü işadamı eliyle işa­ret edip “Geç” dedi. Ben de kendisi­ne, “Bak ben senin resmini çeker ve gönderirim. Benden gönder­mek, senden de yayınlatmamak” dedim.

Ajda ve ünlü işadamı ile bir hafta bir­likte oldum. Bu bir hafta boyunca re­sim çekmeye hiç yanaşmadım. Taa ki Ajda’nın Petrol şarkısı ile fiyasko yaşa­nana kadar. Yarışma sonrasında otelin bodrum katındaki barına gittik. Yanım­da eşim de vardı. Ajda ile ünlü işadamı kederden bol bol alkol alıyorlardı. Ga­zetemizin ünlü sosyete fotoğrafçısı Zo­zo Toledo da oradaydı. İşadamına, “Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Şöyle dörtlü bir hatıra fotoğrafı çekilelim” deyince hiç itiraz gelmedi. İşadamı, “Çekin anasını satayım” dedi. Zozo’yu çağırdım ve fotoğrafımı­zı çekmesini istedim. Zozo “Çekmem abi” dedi. Ben de kendisine bunun bi­zim için bir hatıra fotoğrafı olduğunu, işadamının da onay verdiğini söyledi­ğim Zozo, fotoğraf çekmemekte ısrar etti. İşadamı bu kez “Çek ulan Zozo” dedi.

Bunun üzerine Zozo, “Abi şimdi sarhoşsun, ya­rın ayılınca anamı bellersin” deyiverdi.

Daha sonra Zozo fotoğrafımızı çekti ve film makarasını da bana verdi.

Otelden ayrıldıktan sonra zarf içine koyduğum filmi göndermek için Schiphol Havaalanı’na gittim ve kargo ile gönderdim. Ertesi sabah otel odasında buluştuğum Ajda ile işadamı neler ol­duğundan habersiz idiler. İşadamına filmin gittiğinf söyledim. Gazete dağıtı­mında çok etkili olan bu işadamı he­men İstanbul’daki sağ kolunu aradı: “Gazeteleri dolaş, akşam fotoğ­raflar çekilmiş. Git hepsini topla” emrini verdi.

Filmi alan Nezih Ağabey, Hafta So­nu Gazetesi’nin birinci sayfasının ta­mamını bizim fotoğraflarımız ile doldu­rup, “İşte işadamı Erdoğan Demirören ile Ajda’nın büyük aşkı” başlıklı bir haber koymuş. Bir hafta sonra İstanbul Hilton Oteli’nde karşılaştığım Zozo, bunun sonrasını ba­na şöyle anlattı: “Abi sorma yahu. Nezih Baba haberi tam sayfa koymuş. İşadamı önce Erol Bey’i aramış ve baskının durdurulması­nı istemiş. Erol Bey baskıyı dur­durmuş. İşadamı yola çıkan gaze­te yüklü kamyonları da durdurmuş.”

Türk medyasını karıştıran Özhan Hakantürk macerasını sizlere Yavuz Nufel kardeşimin kalemi ile aktarayım:

Yıl 1980. Aylardan Haziran. İlhan Karaçay, Avrupa Futbol Şampiyonası için İtalya’ya gider. Çalıştığı gazetenin o zamanki patronu Erol Simavi, ünlü şarkıcı Nükhet Duru ile birlikte Roma’dadır.

Karaçay, Frankfurt’tan aldığı bir haftalık Hürriyet gazetelerini patronuna götürmüş o günlerde şöhretinin zirvesinde olan Nükhet Duru ile birlikte otelin lobisinde çaylarını içitikten sonra mesleğini icra etmek için kolları sıvar.
Teçhizatını kuşanır ( Fotoğraf Makineleri) başlar spor haberleri için koşturmaya…

Türkiye’den gelen meslektaşları ile birlikte Avrupa Futbol Şampiyonası’nı takip eden İlhan Karaçay, bir meslektaşından duydukları karşısında hayretler içinde kalır; Meslektaşı; “Biz büyük bir grupla Hollanda’ya geleceğiz. Özhan Hakantürk adında biri Türkiye’den 50 gazeteci-yazar ile sözleşme yaptı. Hepimiz Hollanda’ya yerleşeceğiz ve çeşitli yayın organları çıkaracağız” diyordu.

Duyduklarından kısa bir süre sonra , Karaçay’ı Hollanda’daki bürosunda çalışan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu ararlar ve “Abi burada bir bey var, sizinle görüşmek istiyor” dedikten sonra ahizeyi yeni patron adayı Özhan Hakantürk’e verirler.

Hakantürk telefonda, “Size Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunacağım” sözleri üzerine İlhan Karaçay’ın cevabı kısa ve net olur, “Hollanda’ya gelince görüşürüz”

Karaçay’a yapılan bu teklif ; İstanbul’da Cağloğlu, Frankfurt’ta da Neu Izenburg’da dilden dile dolaşmaktakta basın camiasından günlerce
“Gündem”den düşmeyen konu olur.

Söylentiler ve Karaçay’a yapılan bu teklif üzrine o dönemde Hürriyet’in Frankfurt Genel Müdürü Garbis Keşişoğlu Karaçay’ı arar, “İlhan, nedir bu konuşulanların aslı. Sen de Hürriyet’i brakıp Genel Yayın Yönetmeni olacakmışsın” diye sorar. Karaçay yine kısa ve net konuşur ”Hollanda’ya dönünce bilgi vereceğim” der.

1980 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ardından Hollanda’ya dönen Karaçay, çıkacak gazete(ler) için Genel Yayın Yönetmenliği teklifinde bulunan Özhan Hakantürk ile görüşür ve Cağaloğlu ile Neu Izenburg’u ayağa kaldıran söylentilerin gerçekliliğini araştırmaya başlar. Başlar başlamasına ama Hakantürk, Karaçay’ın araştırmasına fırsat bile vermeden Genel Yönetmenlik teklifini yapmıştır bile.

Karaçay bu teklife anında “hayır” der. O sırada büroda bulunan ve Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyan Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu biribirlerinin suratlarına bakarlar; Hakantürk’e dönerek zafer kazanmış kumandan edası ile “Yaaa, biz İlhan abi kabul etmez demedik mi?” derler.

Çünkü Karaçay’ın Genel Yayın Yönetmenliği teklifinine verceği cevabın “Hayır “ olacağını söylemişler bu konuda patron adayı Hakantürk ile iddiaya girmişlerdir. O yüzden Karaçay’ın “Hayır” cevabını duyar duymaz ilk tepkileri “Yaaa!” olur.

Yasemin Öztürk ile Necati Çavuşoğlu’na karşı iddiayı kaybeden Hakantürk Avrupa’da çıkarmayı düşündüğü gazeteler için Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerleri ile sözleşme yapmıştır, İlhan Karaçay gibi Avrupa ve Hollanda’yı çok iyi bilen deneyimli bir gazeteciyi de bu yeni işin başına getirmeye kararlıdır.

Hakantürk, Karaçay’a aylık meblağı boş olan bir mukavele uzatır ve “Hadi kalk notere gidiyoruz” demesiyle İlhan Karaçay, Yasemin ile Necati’nin yüzlerine bakarak, “Ben bu maceranın sonunu merak ediyorum” şeklinde tepki veriken bir yandan da mukaveleye “Aylık 20 bin D Mark net ve artı masraflar” diye yazar!

Notere gidilir ve sözleşme İngilizce, Hollandaca ve Türkçe olarak üç dilde yapılır ve imzalanır.

Bir yandan ne olup bittiğini, bir yandan da bu maceranın sonunu merak eden Karaçay, ilk iş olarak Türkiye’deki meslektaşları ile görüşmek için İstanbul’da Hilton’a yerleşir ve Hollanda’da çalışmaya aday meslektaşlar ile teker teker görüşür.

Günlerce süren görüşmelere bugünün çok ünlü yazar- çizer takımından olanlar bile Karaçay ile görüşmek için sıraya girmiş günlerce sıra beklemek zorunda kalmışlardır.

Karaçay; “Çünkü o yıllarda gazeteciler öyle ahım şahım paralar almazlar kıt kanaat geçinirlerdi.” diyor.
‘Ağabey sizinle görüşmeye gelen, sıraya giren, bekleyen ve bugün burunlarından kıl aldırmayan isimlerden bir kaç isim verseniz’ şeklindeki ricam üzerine, otoriter bir baba edasıyla, ”Asla, meslek etiğine yakışmaz” diyor Karaçay.

‘Tamam abi yazılmamak kaydıyla bir iki isim’ diyorum ısrarla; “ Yavuz!… ,Yavuz,!…” diyor ses tonunu azcık yükselterek. Şayet Karaçay karşındaki kişinin adını iki kez art arda söylüyorsa kuracağı cümlenin başında : “Bu konuda daha fazla soru sorma, tamam” demektir.

Neyse, konumuza dönecek olursak İlhan Karaçay, Cağaloğlu’nu çalkalayan bu yeni gelişmeler hakkında konuşmak , bilgi vermek bilgi almak için Hürriyet’in başında bulunan merhum Nezih Demirkent ile görüşmeye gider.
Nezih beye durumu anlatan Karaçay, Demirkent’ten, “Bu tehlikeli bir maceradır. Hem sen ve hem de buradaki meslektaşlarımız zor duruma düşebilir. Sen bu işe girme.” tepkisiyle karşılaşır. Ama Karaçay, başladığı işin sonunun nereye varacağını bilmek ister. Bunun üzerine Nezih Demirkent, şaka yollu da olsa, “Hürriyet’te, ‘İlhan Karaçay ile hiçbir ilgimiz kalmamıştır’ diye yarım sayfa ilan atarım’ tehdidini savurur. Karaçay da bunun üzerine, “Ben size ne kötülük yaptım ki ağabey” deyince, abartısız bir şekilde şu yanıtı alır Demirkent’ten.

“Bak İlhan, senin ismin, özellikle Avrupa’da Hürriyet’ten büyük. Bak, Günaydın gazetesi 1 milyon, biz ise 500 bin satıyoruz değil mi? Peki, bir milyon satan Günaydın’da, Londra muhabiri Bora Paran mı, yoksa 500 bin satan Hürriyet’teki İlhan Karaçay mı daha ünlü? Senin adını herkes ezberlemiş. Bunu tabii ki önce senin becerine sonra da Hürriyet’e borçlusun. Bu nedenle ben seni bırakmam.”

1970’li yıllarda, İlhan Karaçay ismi sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de çok ünlenmişti. Bir zamanların Hikmet Ferudun Es’i gibi ünlenmişti Karaçay.
Zira, Karaçay’ın dünyanın dört bir yanından gönderdiği haberler, Hürriyet’ten başka Haftasonu, Kelebek, TV’de 7 Gün ve Gonk gibi dergilerde manşetlerde yer almaktadır.

Meraklısı açar arşivleri bakar!
Dünya ve Avrupa Futbol Şampiyonaları demek İlhan Karaçay imzası demektir. O günlerde Hürriyet’de 9 sütun ( 8 sütün değil) İlhan Karaçay imzasıyla yayınlanmaktadır, o dönemin en önemli dış dünya haberleri, spor haberleri…

Rahmetli Demirkent ile görüşmenin sonunda, İlhan Karaçay saygıyı ve nezakati elden bırakmadan şöyle der: “Ağabey, bu bir kariyer meselesidir. Şu 50 isme bakar mısın? Ben bu 50 ünlünün Genel Yönetmeni olacağım. Burada paradan da önemli bir konu var.”
Bunun üzerine Demirkent, öz bir ağabey tavrı ile “İstersen Hürriyet’i bırakma. Hem bize hem de Hakantürk’e çalış” der; Karaçay’ın bu teklife cevabı çabucak “Evet” olur.

Karaçay, İstanbul’daki görüşmelerden sonra Hollanda’ya döner ve yeni patronu Hakantürk ile detaylı bir görüşme yapar. Bilgi ve fikir teatisinde bulunurlar. Karaçay bu görüşmeden tatmin olmaz. Fakat işler planlanandan daha hızlı ilerlemektedir. Türkiye’den 3 meslektaş gelmiştir ve işe başlamıştır bile.
Bunun için büyük bir büro kiralanmıştır. Türkiye’nin en ünlü yazar ve çizerlerin yer aldığı bir ekip tarafından İstanbul’da hazırlanan BOŞVER adlı bir mizah dergisinin kalıpları Hollanda’ya gelmiştir çoktan…

Tüm bu gelişmeler karşısında Karaçay mutlu değildir. İçine sinmeyen bir durumla karşı karşıya olduğunu hisseder. İçini kemiren soruyu sormak için bir gün Hakantürk’ü karşısına alır ve aynen şöyle der: “Söyle bakalım Hakan bey, bu değirmenin suyu nereden akacak? Sen CIA’ya mı, KGB’ye mi, Mossad’a mı, Ermenilere veya ayrılıkçılara mı hizmet edeceksin? Söyle bakalım, sen 50 ünlü gazeteciyi nasıl besleyeceksin?”

Hakantürk’ün yanıtı açıktır: “Sen bu yayıların Genel Yönetmeni değil misin? İstediğin gibi yayın yap.” Yayınların siyasi boyutu hakkındaki yanıtın olumlu olması bir yana para kaynağı hakkında açık bir cevap alamayan Karaçay kararlı bir şekilde; “Bak Özhan, bana parayı ve kaynağını göstermezsen ben bu işte yokum.” der.

Tabii ki para ve kaynağı gösterilemez.

Bunun üzerine Karaçay, Hakantürk’ü daha dikkatle takip etmeye başlar. Karaçay’ın bürosuna Hakantürk için gelen gidenler çoğalır. Utrceht’ten bir Tük Hakantürk’ün altına bir Mercedes otomobil çekmiştir. Bir yığın adam, “Özhan bey bizi gazeteci yapacak ve ikamet izni alacak” diye ortalıklarda dolaşmaya konuşmaya başlamıştır.
Karaçay’ın yüreğine şüphe düşmüştür artık.

Karaçay derhal İstanbul’a giderek Gazeteciler Cemiyeti’nde topladığı Hollanda’da çalışmak için daha önce Hiltonda görüştüğü meslektaşlarına “Ben bu işte yokum. Hollanda’ya kim gelirse beni yok bilsin. Sorumluluk bende değil, gelendedir.” diye açıkça konuşur, tavrını ortaya koyar. Buna rağmen ilk etapta üç meslektaş gelmiş ve o arada maketi İstanbul’da hazırlanmış olan BOŞVER isimli dergi Hollanda’da basılmış ve Avrupa’ya dağıtılmıştır çoktan!.

İlhan Karaçay, Özhan Hakantürk’ün gerçekleri konuşmayan bir maceraperest olduğuna kanaat getirdiğinde bomba patlar. Hakantürk’ün evine baskın yapan Utrecht polisi 5 sahte pasaport bulmuş ve Hakantürk’ü hemen ertesi gün sınırdışı etmiştir!

İlhan Karaçay, “Sorumluluğu almam” dediği halde, Hollanda’ya gelen ve açıkta kalan üç meslektaşına sahip çıkar ve onları selametle İstanbul’a gönderir. (Bu üç gazeteci Naci Yalınkılıç, Zakir Barutçu ve Ergin Sanver’dir)

Gerek Hollanda’ya gelen üç meslektaş ve gerekse çok ünlü olan 50 yazar çizerin isimlerini tüm ısrarlarıma rağmen öğrenemedim, O 50 kişilik isim listesi İlhan Karaçay’da saklıdır.

Hollanda’daki 50 yıllık Türk tarihinde, Cağaloğlu- Franfurt uzantılı günlük yayın organlarının yanı sıra yerel Türk medyası ile sayıları otuzu bulan, eline fotoğraf makinesi geçirenin “Gazeteciyim” pozlarında dolaştığı günümüzde, böyle bir anıyı yazmamak eksiklik olurdu. Hollanda Türk Medya tarihince yaşanan ilginç bir anı, bir macerayı da yine / ancak İlhan Karaçay gibi bir duayen yaşayabilir ve anlatabilirdi…

DEMİRKENT’İN, MUHABİRLERE ‘ÇÖPE ATILAN HABERLER’ KONUSUNDA VERDİĞİ İKİ ÖRNEK: MEHMET TÜRKER VE İLHAN KARAÇAY.

Mehmet Türker ile birlikte, muhabir haklarının iki ‘Yılmaz Savaşçısı olarak gösterilmiştik.

Son yılların, demokrasi savaşında önde gidenler sınıfına girmiş olan sevgili dostum Mehmet Türker’i kaybettiğimizi öğrendiğim zaman, Hürriyet gazetesindeki günlerimiz aklıma geldi.
O zaman Mehmet Türker Türkiye’de haberler üretiyor, ben de Hollanda’dan haber üretip Yazı İşleri Müdürlüğü’ne aktarıyorduk.

Şimdi hangi konu olduğunu bilemiyorum ama, Yazı İşleri Müdürlüğü’ne haber değeri olan bir konuyu fotoğraflı aktarmıştım.
Haber yayınlanmamıştı. Serviste çalışan arkadaşlara sorduğum zaman,
‘Yazı İşleri Müdürü kullandırtmadı’ dediler.

Bunun üzerine Yazı İşleri Müdürü’müzü aradım. Haberin neden kullanılmadığını sorduğum zaman, ‘Bunun kararını ben veririm İlhan’ diye kesip atmaya çalıştı. Ben ise, haberin çok ses getirecek bir nitelikte olduğunu, özellikle Avrupa ülkelerinde ses vereceğini anlattım. Ama O yayınlamamakta direndi. Ben de hakimiyetimi biraz kaybederek üzerine gittim. ‘Sen buradaki havayı koklayamazsın, buradaki havayı ben daha iyi koklarım’ dedim.
O hâlâ yayınlamamakta direnince, ‘Bak, sen de bu gazete için faydalı olmaya çalışıyorsun, ben de. Bu haber gazeteye çok şey kazandırır’ deyince, bana karşı yine direndi ve sertleşti. Bunun üzerine ben de sertleştim. ‘Bak ben konuyu patrona kadar götürürüm’ dediysem de olmadı. Öyle ya, kilometrelerce yol katederek saatlerce çalıştığım halde, haber değeri taşıyan yazım kullanılmamıştı. Sonunda çok sinirlendim ve çok kaba sayılacak kelimeler kullanarak telefonu kapadım.

Nasıl olduysa haber ertesi gün yayınlandı.
Şaşırmıştım ama, birşey anlamamıştım.

Aylar sonra, Hürriyet’in o zamanki hem Genel Müdürü ve hem de Genel Yayın Müdürü olan rahmetli Nezih Demirkent, dünyadaki tüm Hürriyet muhabirlerini Frankfurt’a çağırmıştı.

Toplantıların birinde, muhabir arkadaşların çoğu, gönderdikleri haberlerin çöp kutusuna atılmasından şikayet ettiler. Rahmetli Demirkent şikayetleri dinledikten sonra şöyle konuşmuştu: ”Şu, en arkada oturan İlhan Karaçay var ya, ona sorun, o size ne yapacağınızı iyi anlatır. Ben haberlerinin peşini bırakmayan iki adam tanıyorum. Biri Mehmet Türker, diğeri de İlhan Karaçay.”

Rahmetli Demirkent’in bu sözleri beni düşündürmüştü. Sonra birden aklıma gelmişti. Demek ki, benim münakaşa ettiğim Yazı İşleri Müdürü, yaptığımız sert tartışmadan sonra beni şikayete gitmiş. Demirkent de, habere bakınca, ‘Sen bu haberi kullan, ben Karaçay’a ağzının payını verir ve cezalandırırım” demiş olacak.

Rahmetli Mehmet Türker ile şahsımı, haberlerinin yayınlanması için savaş yapan iki muhabir olarak örnekleyen Demirkent’i ve Mehmet Türker’i rahmetle anıyorum…

KISACA NEZİH DEMİRKENT

Nezih Demirkent 1930 yılında İstanbul’da doğdu. F.Sabiha ve A.Nurettin Demirkent’in oğluydu. Haydarpaşa Lisesi’ni ve İÜ Hukuk Fakültesi bitirdi. Mesleğe 1950 yılında Son Saat Gazetesinde başladı. Yeni Sabah, Yeni Gazete ve Hürriyet’te, mesleğin çeşitli dallarında çalıştı. Hürriyet Gazetesinde Genel Yayın Müdürlüğü yaptı. Daha sonra Dünya Gazetesi’nin sahipliğini üstlendi. Fransızca biliyordu. “Sayfa Sayfa Gazetecilik”, “Medya Medya” ve “Salı Yazıları” isimli kitapları yayınlandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin önceki başkanlarından Nezih Demirkent, 50 yıl gazetecilik mesleğinin içinde bulundu. Uzun bir dönem TGC‘nin Başkan Yardımcılığı görevinde hizmet verdikten sonra 18 Kasım 1982 günü Başkanlığa seçildi. 10 yıl sürdürdüğü bu hizmetten, seçimde adaylığını koymayarak çekildi. TGC Hikmet Memduh Kızılağaç Huzurevi ile TGC Basın Müzesi projelerini gerçekleştirdi. TSYD’nin kurucu üyesiydi. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası’nın bir dönem başkanlığını yaptı. Basın Şeref Kartı taşıyordu. 11 Şubat 2001’de vefat etti. Tarih Profesörü Işın Demirkent ile evliydi. TGC üyesi, Demirkent Eğitim ve Araştırma Vakfı Başkanı Didem Demirkent’in babasıydı.