Siyasetçidir, sporcudur, sanatçıdır, iş insanıdır. Yazmakla okuyucuyu bıktırırsınız. Ama bunun karşılığını alamazsınız.
Gazetecilik, yalnızca haber yazmak değil; vefa, emek, sadakat ve vicdan mesleğidir.
Bu yorumu, bu akşam tanıtımı yapılacak ve Onursal Başkan olarak ilan edileceğim Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ne ithaf ediyorum.
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het bericht staan onderaan)

İlhan KARAÇAY yazdı:
Gazetecilik, kimi zaman toplumun hafızası, kimi zaman vicdanı olur. Biz gazeteciler, bir insanın başarısını gördüğümüzde, onu toplumla paylaşmaktan mutluluk duyarız. Hele ki o kişi, azminin ve emeğinin sonucunda bir yerlere gelmişse, onun hikâyesini yazmak bizim için bir görev değil, bir gurur meselesidir.
Ne var ki, bu mesleğin en acı tarafı da tam burada başlar.
Gazetecilik, çoğu zaman dışarıdan göründüğü kadar kolay bir meslek değildir. Bir gazeteci, yıllarını habere, insana ve güvene adar. Birini tanıtmak için zamanını, bilgisini ve emeğini ortaya koyar. O kişinin hikâyesiyle ilgilenir, araştırır, anlatır. Kimi zaman bir kelimeyi defalarca değiştirir, kimi zaman bir fotoğraf için kilometrelerce yol yapar. Ama sonunda ortaya çıkan şey, sadece bir haber değil, bir insana verilen değerdir.
Ben, bugüne kadar yüzlerce kişiyi tanıttım. Akademisyenleri, sanatçıları, siyasetçileri, sporcuları, iş insanlarını… Bazıları daha yolun başındayken yanlarında oldum, başarılarını ilk ben yazdım. Kimini o ilk haberle kamuoyuna tanıttım, kimini yıllarca takip ettim. Kimi zaman ‘bu adam veya bu kadın ileride çok konuşulacak’ dedim ve öyle de oldu. Ama ne yazık ki, o ‘çok konuşulanlar’ arasında, sonradan bizi unutanlar da oldu.
Evet, gazeteciliğin en büyük talihsizliği budur: Birini alkışlarla uğurlarsınız, o kişi sahneye çıktığında arkasına bile bakmaz.
Önceleri çok saygılı davrananlar sonradan sanki sizi hiç tanımamış gibi davranırlar. Küçük bir işletmeden büyük bir markaya dönüşenler, o yola çıkarken yanlarında kimlerin olduğunu unuturlar. Kimi sanatçılar, ilk konserini duyuran haberi ben yazmışım, ama sonrasında selamı kesmişler. Bir siyasetçi vardır, seçim öncesi her gün arar, röportaj ister, destek bekler. Seçimi kazandıktan sonra ortadan kaybolur. Bir akademisyen, bir ödül töreninde adını duyurduğumda bana teşekkür etmişti; yıllar sonra kürsüde ‘basın bazen gereksiz büyütüyor’ diyebildi.
Yani, gazetecinin kaderidir bu. Yazarsın, anlatırsın, tanıtırsın; ama sonunda ‘görevini yaptı’ denir. Oysa gazeteci, birine borçlu olduğu için değil, hak edenin görülmesi için yazar. Ben de öyle yaptım.
Bir iş insanı vardı. Henüz kimse tanımazken, onun girişimciliğini ben fark ettim. O dönem attığım bir manşet, bir anda onu kamuoyuna taşıdı. Sonra o kişi, iş dünyasında yükseldi, sivil toplum kuruluşlarında önemli görevler üstlendi, ülke çapında bilinen bir isim oldu. Ben ise, yıllarca onu yazmaya, başarılarını duyurmaya devam ettim. Ama gün geldi, aramızda bir soğukluk oluştu. Sebebi basit: İlgisizlik. Bir selam eksikliği, bir vefa eksikliği…
Bir gazeteci olarak ben, kimseye mecbur değilim. Ama yaptığım haberin, karşı tarafta bir saygı, bir takdir uyandırmasını beklerim. O da insanlık gereğidir. Çünkü ben, kimsenin reklamcısı değilim. Benim kalemim, parayla değil, inançla hareket eder.
Ben, birini tanıtmak için saatlerimi, günlerimi harcarım. Bir cümleye anlam yüklemek için defalarca düşünürüm. Yazdıklarım binlerce kişiye ulaşır, o kişinin tanınırlığını artırır. Ama bazen o kişi, ‘beni yazmayı bıraktın’ diye sitem eder. Oysa ben, yazmamayı bir cezalandırma yöntemi olarak değil, bir kırgınlık göstergesi olarak görürüm. Bir gazeteci kırıldığında yazmaz. Kızdığında değil, üzüldüğünde susar.
Gazeteciliğin talihsizliği işte budur: Birilerini parlatırsınız, sonra o ışık gözünüzü kamaştırır. Birini anlatırsınız, sonra o kişi kendi masalına sizi dâhil etmez. Ama biz gazeteciler, yılmayız. Her şeye rağmen doğruyu, hak edeni yazmaya devam ederiz.
Benim için gazetecilik, bir geçim kapısı değil, bir yaşam biçimidir. Ben, doğruluk uğruna kalem oynatırım. Yanlış gördüğümü yazarım, doğruyu da överim. Ama hiçbir zaman birini övmeye mecbur hissetmem. Ne kadar meşhur olursa olsun, birinin laubaliliğine boyun eğmem.
Ben gazeteciyim. Ve gazetecinin itibarı, hiçbir makamdan, hiçbir servetten küçük değildir. Vefasızlıklar gelir geçer, ama gazetecinin onuru kalır. Benim de tek sermayem budur: Onur, emek ve kalem.
Ve son sözüm şu olsun: Bir gazeteciyi kaybetmek kolaydır, ama onun gönlündeki yerini geri almak imkânsızdır. Çünkü biz gazeteciler, kırıldığımızda sessizleşiriz. Ama o sessizlik, bir ömür boyu hatırlanır.
HOLLANDA’DA BU GÜNE KADAR MEŞAKKAT İLE GAZETECİLİK YAPMIŞ, FEDAKÂR TÜRK GAZETECİLERİNİN FOTOĞRAFLARI (ÖLENLERİ RAHMETLE ANIYORUZ…)
BU YORUMU NEDEN BUGÜN YAZDIM
Hollanda’da yıllardır gazetecilik yapmaya çalışan bir grup değerli meslektaşım, nihayet uzun süredir konuşulan bir girişimi hayata geçirdiler. Yıllar sonra ilk kez bir Gazeteciler Derneği kuruldu. Bu akşam da, o derneğin tanıtım toplantısı yapılacak.
Sağ olsun dostlarım, o toplantıda beni, derneğin Başkanı, Yönetim Kurulu ve üyelerinin huzurunda ‘Onursal Başkan’ olarak ilân edecekler. Bu benim için sadece bir unvan değil, bir ömür boyu verdiğim emeğin, inancın ve meslek aşkının bir karşılığıdır.
İşte bu nedenle yukarıdaki yazıyı bugün kaleme aldım. Yıllarımı verdiğim bu mesleğin hem onurunu hem de talihsizliğini anlatmak istedim. Çünkü gazetecilik, yalnızca haber yazmak değil; vefa, emek, sadakat ve vicdan mesleğidir. Ve ben, bu akşam meslektaşlarımın arasında, o duyguyu bir kez daha yaşamaktan büyük gurur duyacağım.
Bu nedenle yukarıdaki yorumu, bu akşam tanıtımı yapılacak olan Hollanda Türk Gazeteciler Birliği’ne ithaf ediyorum.
Muhabir: Ahmet Biracı





