Hollandalı bir anne, Türkiye’de kurulan bir hayat ve sanatla sınırları aşan bir anne-kız hikâyesi.
Dünya göç tarihinin en ilginç anne-kız serüveni…
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie staat onderaan)

İlhan KARAÇAY yazdı:
Göç, çoğu zaman istatistiklerle anlatılır. Yıllar, sayılar, ülkeler ve anlaşmalar sıralanır. Oysa göçün asıl hikâyesi, bireylerin hayatında bıraktığı izlerde saklıdır. Bir karşılaşmada, bir evlilikte, bir çocuğun aldığı isimde ve bazen de sanatla kurulan derin bir bağda…

İşte Hollandalı sanatçı Maria Sezer ile soprano kızı Aylin Sezer’in hikâyesi, tam da bu nedenle dünya göç tarihinin “en insani” ve en dikkat çekici serüvenlerinden biridir. Çünkü bu hikâye, ne sadece bir aşkın ne de yalnızca bir sanat yolculuğunun öyküsüdür. Bu hikâye, iki ülke arasında kurulan bir hayatın, iki kuşak boyunca sanatla anlam kazanmasının hikâyesidir.
1970’li yılların başında, Türkiye’de iş kuran bir Hollandalı ailenin kızı olan Maria’nın yolu, 1972 yılında bir Türk iş insanı Sinan Sezer ile kesişir. Bu karşılaşma, onun yaşamını iki ülke arasında şekillendirecek uzun bir yolculuğun da başlangıcı olur. Türkiye’de kurulan bir aile, İstanbul’da doğan bir kız çocuğu ve ona verilen bir isim: Aylin.
Bu isim, yıllar sonra Avrupa’nın en saygın sahnelerinde yankılanacak bir soprano sesinin habercisi olacaktır.
Maria Sezer, yaşamını hiçbir zaman tek bir kimliğe, tek bir ülkeye ya da tek bir dile sığdırmaz. Hollanda’da başlayan hayatı, Türkiye’de derinleşir; sanatı ise sınır tanımayan bir dile dönüşür. Doğa ile insan arasındaki bağı, beden ve malzeme üzerinden sorgulayan üretimleri, onun sanatını sadece estetik değil, düşünsel bir zemine de taşır. Sezer’in eserlerinde insan bedeni, doğanın devamı olarak karşımıza çıkar; kil, toprak ve çizgi, bir göçmenin belleği gibi katman katman anlam taşır.

Kızı Aylin Sezer ise bu çok katmanlı hayatın içinden, müziğin evrensel diliyle yükselir. İstanbul’da başlayan eğitimi, Hollanda’da profesyonel bir kariyere dönüşür. Lahey’den Amsterdam’a, Concertgebouw’dan Carre sahnesine uzanan bu yolculuk, sadece bireysel bir başarı hikâyesi değildir. Aynı zamanda, Avrupa’daki Türk toplumunun kültürel zenginliğini ve görünmeyen potansiyelini temsil eden güçlü bir örnektir.
Anne, doğanın dilini insan bedeninde ararken; kız, insan ruhunun en derin titreşimlerini sesiyle sahneye taşır. Biri kil ve çizgiyle, diğeri nefes ve notayla üretir. Ama her ikisinin de ortak noktası, sınırları kabul etmeyen bir sanat anlayışıdır.

Aylin Sezer 2017 yılında, 10’u kadın olan 11 aday arasında en çok puanı toplayarak ”Schaunard Award”ı kazanmıştı.
Bu nedenle Maria ve Aylin Sezer’in hikâyesi, sadece “anne ve kız” hikâyesi değildir. Bu hikâye, gurbetçiliğin bazen bir yoksunluk değil, aksine çoğul bir zenginlik yarattığını gösteren nadir örneklerden biridir.
Sanatın, insanı köksüz bırakmadan dünyaya açabildiğinin; kimlikleri bölmeden çoğaltabildiğinin somut kanıtıdır.
Şimdi okuyacağınız iki ayrı haber, bu ortak hikâyenin iki güçlü yüzünü anlatıyor.
Biri, doğayla insan arasındaki kadim bağı sanatla sorgulayan Hollandalı bir annenin portresi…
Diğeri ise Avrupa’nın en saygın sahnelerinde Türk kökenli bir soprano olarak alkışlanan bir kızın başarı öyküsü…
Birlikte okunduğunda ise karşımıza çıkan şey, dudak ısırtan bir anne kız serüveninden çok daha fazlasıdır.
Bu, göçle yoğrulmuş bir hayatın sanata dönüşmüş hâlidir.
BU HİKÂYENİN ORTAYA ÇIKMASINA VESİLE OLAN İSİM:NAZİF ERTEKİN
Aylin Sezer ile beni tanıştıran değerli iş insanımız Nazif Ertekin, geçen hafta telefonda, “Sizi bu kez Aylin’in annesi Maria hanım ile tanıştırmak istiyorum. Şu anda kendisi Hollanda’da, hepimize uygun bir yerde buluşabilir miyiz” diye sordu.
Schiphol Havalimanı’a yakın otoyol üzerindeki Brug Restaurant’ı (Köprü Restoran) seçtik.
Bakın o konuşmadan neler çıktı:
(Aylin Sezer haberi en altta)

MARİA SEZER: DOĞANIN DİLİNİ İNSAN BEDENİNDE ARAYAN SANATÇI
Maria Sezer, sanat yaşamı boyunca hem malzemeyle hem bedenle hem de doğanın kendi ritmiyle kuran çok yönlü bir sanatçıdır. Hollanda’da başlayan yaşamı, genç yaşta Türkiye’ye uzanan bir yolculukla şekillenmiş ve bu iki kültürün iç içe geçtiği geniş bir duyarlılık alanı yaratmıştır. Kendisi milliyetleri ve sınırları bir kimlik olarak değil, yalnızca yaşamın fonu olarak görür. Bu özgürlük anlayışı, hem sanatında hem de kişisel dünyasında sezilir.
Sanatçı, anlatmak istediği fikrin gerektirdiği herhangi bir malzemeyi veya tekniği kullanmaktan çekinmez. Resim, gravür, heykel, seramik ve kil çalışmaları onun için birbirinden ayrı disiplinler değil, aynı düşünsel hattın farklı dilleridir.
Ne üzerine çalışıyorsa o fikrin doğal malzemesi neyse onu seçer. Bu da Sezer’e özgü, samimi ve organik bir ifade dili yaratır.
Sezer’in üretiminde en dikkat çeken özellik, ifadenin biçim tarafından değil, fikrin kendisinden doğmasıdır. Hangi malzemenin kullanılacağını, üzerinde çalıştığı fikrin o anda ihtiyaç duyduğu duyusal ve zihinsel alan belirliyor. Bu nedenle sanatçının çalışmalarında resim, baskı, heykel, seramik, kil ve performans neredeyse birbirinin devamı gibidir. O, malzemeyi amaç değil, fikrin kendini gerçekleştirdiği bir köprü olarak görülüyor.

Sanatçının insan ile doğa arasındaki ilişkiye eğilmesi, yalnızca tematik bir tercih değildir. Onun için insan da doğa gibi bir döngünün, bir akışın, bir sürekliliğin parçasıdır. Bu düşüncenin en güçlü örneklerinden biri, üstteki fotoğraflarda görülen, ‘insan bedenine kırmızı kil ile işlenmiş motiflerden oluşan seri’dir. Bu çalışmalarda Sezer, insan bedenini bir tuval değil, bizzat doğanın devamı olan bir yüzey olarak ele almış. Beden üzerindeki kil, toprağın insan üzerindeki izi gibidir. Her motif, yaşamın döngüsel hâlini, mevsimlerin tekrarlayan ritmini ve insanın kendi içsel dönüşümünü simgeliyor.
Maria Sezer, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi sanatının merkezine alan bir sanatçıdır. İfade aracı olarak, o anda anlatmak istediği fikri en iyi dışa vuracağını düşündüğü malzemeyi seçer. Doğadan stilize edilmiş motiflerle betimlediği insan figürlerini kırmızı kil kullanarak çalışmıştır.
Eser, insan ile doğa arasındaki bağlılığı ortaya koyar. Her motif, doğal dünyanın ve insan yaşamının bir evresine işaret eder. Hayatın faniliği, görünür değişimlerin somut tezahürüyle vurgulanır.
Sezer’in bu izah tarzı, sanat anlayışının neredeyse özeti niteliğindedir. Çünkü onun dünyasında doğa ve insan birbirine karşıt değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Değişim, hem doğada hem insanda kaçınılmazdır ve bu değişimin izini sürmek aslında yaşamın kendisini anlamaktır.
Sanatçının baskı resimlerinde de benzer bir yaklaşım görülür. 1990’lardan itibaren yoğunlaştığı gravür ve baskı çalışmalarında, siyah beyazın yalın ama çarpıcı gücüyle beden ile doğanın çizgisel dansını izleriz. Sezer’in çizgileri ne tamamen geometriktir ne bütünüyle organik. Bir geçiş hâli, bir akış ve dönüşüm taşırlar. Bu özellik, onun insan bedenini bir “doğal form” olarak gören yaklaşımından kaynaklanır.
Figüratif ve Doğa Motifli Çalışmaları: Bu eserlerde stilize insan figürleri ile doğadaki organik formlar iç içe geçer. Sanatçı, bedeni çoğu zaman bir “yaşam döngüsü” metaforu olarak kullanır.
Maria Sezer’in yalnızca bireysel üretimle yetinmemesi ve sanatın kolektif gücüne inanması da önemlidir. “For the Love of Bee” adlı doğa odaklı sanat inisiyatifinin kurucuları arasında yer alması tesadüf değildir. Arılar, doğanın devamlılığını temsil eder ve Sezer’e göre insanın doğayla kurduğu bağın metaforudur. Bu inisiyatif aracılığıyla hem çevresel farkındalık yaratmayı hem de sanatın koruyucu ve iyileştirici gücünü görünür kılmayı amaçlamıştır.
Sezer’in tüm bu çalışmalarında temel bir soru gizlidir:
İnsan, kendisini doğadan ayıran yapay sınırları kaldırdığında hangi yeni hakikate ulaşır?
Bu soru, yalnızca bir sanat sorusu değil, aynı zamanda varoluşsal bir sorudur. O nedenle Sezer’in eserleri izleyiciye sadece görsel bir deneyim sunmaz, aynı zamanda içsel bir yolculuğun kapısını aralar.
Baskı Teknikleri (Printmaking) – Siyah Beyaz Etkileyici Kompozisyonlar: Maria Sezer’in 1990 sonrası yoğunlaştığı gravür ve baskı işlerinde, çizgi çok belirgin bir anlatım aracıdır. Bu çalışmalarda hem insan bedeni hem bitkisel formlar minimalist ve şiirsel bir dile dönüşür.
Bugün Maria Sezer, Türkiye ve Hollanda arasında köprü kuran bir sanatçı olmanın ötesinde, insan ve doğa arasındaki ortak dili araştıran bir düşünür olarak da anılmaktadır. Sanat hayatı boyunca çıkardığı her iş, her çizgi, her kil izi, onun bu büyük sorunun peşinden gittiğini gösterir.
Ve belki de Sezer’in sanatındaki en değerli taraf, cevabı kesin bir dille vermemesi, aksine izleyiciyi bu soruyu kendi bedeninde, kendi doğasında yeniden düşünmeye davet etmesidir.

MARIA SEZER’İN YAŞAMINI, KRONOLOJİK OLARAK ŞÖYLE SIRALAYABİLİRİM:
*Maria Sezer 1954 doğumlu bir sanatçıdır.
*Aslen Hollanda doğumlu, ancak uzun yıllardır İstanbul’da yaşamış ve sanatını orada sürdürmüştür.
*Sanat eğitimi almış; 1980 yılında Neşet Günal Atölyesi’nden master derecesi almıştır.
*1996 yılında baskı (printmaking / grafik) çalışmaları yapmaya başlamıştır; 2004 yılında ise Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden “sanat yeterliliği (Proficiency in Arts)” derecesi almıştır.
SANAT ANLAYIŞI & TEMALARI
*Maria Sezer’in sanatı; insan ile doğa arasındaki ilişki üzerine kurulu. Doğayı ve insanı birbirinden ayrı varlıklar olarak değil, birbirine bağlı ve eş değer unsurlar olarak görüyor.
*Çalışmalarında resim, baskı, heykel, seramik, grafik gibi birçok teknik kullanıyor. Hangi tekniği kullanacağına; o anda üzerinde çalıştığı fikir ve temaya göre karar veriyor.
*Kadın kimliği, zamanın değişimi ve doğayla insan arasındaki bağ gibi daha geniş kavramları işler. Örneğin zamanla değişen kimlikleri, değişimin hem doğadaki hem de insandaki yansıması olarak görüyor.
AKTİVİTELER, SERGİLER VE PROJELER
*1986 — 1998 arası orijinal baskı işleri (printmaking) üretmiş; 2008’de İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi’nde baskı çalışmaları yapmıştır.
*Sadece bireysel değil, aynı zamanda topluluk / kolektif çalışmalarda da yer almış. 2000 yılı çerçevesinde ‘Açık Radyo’da arılar hakkında program-serisi yazıp, sunduktan sonra, 2016’da “For the Love of Bee” adlı sanat inisiyatifinin kurucuları arasında yer aldı; bu kolektif ile arı ve doğa temalı sanat eğitimi ve sergileri düzenlediler. Burada Nil İlkbaşaran ve Güngör Erdem ile çalışıyor.
*Hem Türkiye’de hem yurt dışında birçok karma ve kişisel sergi, sempozyum ve atölyeye katıldı.
*Örneğin: 2018’de International Mersin Science Night etkinliğinde performans / resim–grafik çalışması; 2017’de Sinop Meeting Center’da “Love of Bees” atölyesi gibi projeler gerçekleştirmiştir.
YAŞAM VE KÜLTÜREL KÖKEN / BAĞLANTI
*Maria Sezer, gençlik döneminde (1972) İstanbul’da birisiyle tanışıyor ve 5 yıl sonra Türkiye’ye yerleşmeye karar veriyor. Yani hem Hollanda hem Türkiye bağları olan bir sanatçı.
*Kendisini “milliyetlere bağlı hissetmediğini” söylüyor; bu özgürlük anlayışı, sanatında da, insanların ve doğanın sınır tanımayan doğasına yansıyor.
NEDEN İLGİNÇ / ÖNEMLİ?
*Maria Sezer, hem farklı disiplinlerde (resim, baskı, heykel, seramik vb.) çalışabilen çok yönlü bir sanatçı. Bu çok disiplinli yaklaşım, sanatın sabit formlara bağlı olmaması gerektiğini savunan çağdaş sanat anlayışını yansıtıyor.
*Doğa–insan ilişkisi gibi evrensel temaları işler; bu da eserlerini yalnızca bireysel değil, herkesin deneyimleyebileceği şekilde kılıyor.
*Kültürel kökenler arasındaki geçiş (Hollanda-Türkiye), hem kişisel hikâyesinde hem sanatında bir “sınırları aşma”, “uluslararası kimlik” arayışı olarak görülüyor. Bu bakımdan sanatçının biyografisi de tematik bir derinliğe sahip.
*Aynı zamanda hem bireysel sanatçı hem de topluluk / kolektif çalışma (“For the Love of Bee”) ile üretim yapıyor, bu da sanatın hem bireysel hem kolektif dönüştürücü gücüne dair bir manifestoyla benzer.
Maria Sezer’in bedenle ve toprakla sorduğu sorulara, kızı Aylin Sezer yıllar sonra sesiyle cevap verecekti.
*****************
Aylin Sezer’i sizlere tanıtabilmem için, daha önce yayınlamış olduğum bir haberi sunuyorum:
HOLLANDA’DA BİR DE AYLİN SEZER’İMİZ VAR…
Caz sanatçımız Karsu’dan sonra, şimdi de soprano Aylin Sezer Hollanda’yı çalkalıyor.

Tam 55 yıl öncesinde başlayan göç sonrasında gelişmeye başlayan Hollanda’daki Türk toplumu içinden, pek çok başarılı kişiler çıkmıştır. Spordan müziğe ve tiyatrodan yazarlığa kadar çeşitli branşlarda başarılara imza atmış olan bu insanlarımızdan Karsu Dönmez, dünya çapında bir şöhreti elde etmiştir. Başarılı sanatçılarımız arasında tabii ki Esra Dalfidan’ı da göstermemiz lâzım.
Ama, bu güne kadar gözümden kaçan bir başka başarılı sanatçımızın da var olduğunu bildirmem lâzım. Bu sanatçımız, İstanbul doğumlu Aylin Sezer’den başkası değil.

Hollanda’nın Olympia’sı olarak bilinen Carre Tiyarosu
Önce gelin Aylin’in biyografisini okuyalım:
Soprano Aylin Sezer Istanbul’da doğdu. Müziğe olan sevgisini Italyan Kız Ortaokulu’nda keşfeden Aylin, Ayşe Sezerman’dan şan dersleri almaya başladı. Lise eğitimine Robert Kolej’de devam etti ve 2003 yılında mezun oldu. Aylin aynı sene konservatuvar eğitimi almak ve annesinin vatanı Hollanda’yı daha yakından tanımak için Lahey’e taşındı. Lahey Kraliyet Konservatuvarı’ndan 2008 yılında mezun oldu. Master eğitimini Dutch National Opera Academy’de gördü ve 2010 yılında “Üstün Sanatsal Başarı” ödülüyle tamamladı.
2014-2015 sezonunda Opera Vlaanderen’in kadrosunda Zerlina ve Despina’yı, Elektra operasında Fünfte Magd, Kovanşçina’da Emma rollerini seslendirdi. Sonraki sezonlarda Hollanda’nın farklı opera evlerinde Violetta, Nedda, Dido, Euridice ve Micaëla gibi rolleri yorumladı. Concertgebouw’da maestro Giancarlo Andretta yönetiminde I due Foscasri operasında Pisana rolünü söyledi. Peter Brook’un Mozart Sihirli Flüt adaptasyonu “une flûte echantée”yle Güney Amerika ve Avrupa turnesine çıktı,
Tannhäuser’ın Concertgebouw Oda Orkestrası için özel olarak hazırlanmış bir aranjmanında Elizabeth ve Venus’ü seslendirdi. Önümüzdeki sezon Prinsengrachtconcert’te solistlik yapacak olan Aylin, kasım ayında Nederlandse Reisopera’da Violetta rolünü canlandıracaktır.

Carre’deki bu boş koltuklar Aylin Sezer konserlerinde tıklım tıklım doluyor…
Limburg Symfonie Orkest ve şef Jan Willem de Vriend ile Beethoven’ın Egmont eserinde Clärchen’i yorumlayan Aylin, farklı korolara da solistlik yapmaktadır. Repertuvarında Brahms’ın Ein Deutsches Requiem’i, Mozart ve Saint-Saëns’ın Requiem’i, Poulenc’in Stabat Mater ve Gloria’sı, Rossini’nin Stabat Mater’i ve Haydn’ın Die Jahreszeiten’i gibi oratoryum eserlerinin soprano soloları da bulunmaktadır.
HOTİAD ÖDÜLÜ’NDE TANIMIŞTIK

2017 yılında Schaunard Award’ı kazanan Aylin Sezer’i, Hollanda Türk İşadamları Birliği HOTİAD’ın verdiği ‘Yılın Sanatçısı’ ödülü ile tanımıştık. İşte bu Aylin Sezer, daha sonra verdiği konserler ile ününe ün katmaya başladı.

Aylin Sezer, HOTİAD’ın 2.500 euroluk ‘Yılın Sanatçısı Ödülü’nü Başkanı Hikmet Gürcüoğlu’dan almıştı.






