Her şeyin ilacıdır diye kendimizi teselli ettiğimiz “zaman” hiçbir şekilde geriye döndürülemez bir biçimde hep ileriye doğru akan coşkun bir nehir gibi hızla akıyor ve aynı şekilde yine büyük bir hızla sonsuzdan gelerek sonsuzluğa doğru geliyor ve geçiyor. İşte, Yüzyılın Felaketi olarak adlandırdığımız 06 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremi’nin üzerinden de neredeyse bir aya yakın bir süre geçti. Şu satırların yazıldığı sıralarda deprem felaketi 25. Gününü doldurmuştu. Tabii bu 25 gün içerisinde deprem odaklı toplumsal gündemimizde ekonomik, sosyal ve siyasal içerikli neler yaşandı neler? Bu yaşananlar arasında, İMKB’nin, depremin ilk üç gününde tahtaları açık tutarak hisse senedi satmasını mı? Yoksa demir, çimento ve inşaat malzemesi üreten şirket hisselerinin rekor kırmasını mı ararsınız? Ya da Kızılay gibi insani hizmetleriyle ve yardımlarıyla tarihe geçmiş, saygın bir kuruluşun Ahbap adlı yeni kurulmuş bir derneğe çadır ve konserve satmasını mı sorarsınız? Veya Üniversitelerin örgün eğitime ara vererek uzaktan eğitime geçmesini ve KYK yurtlarının boşaltılmasını mı sorgular? Ya da Birleşmiş Milletler Örgütünün bağış olarak gönderdiği çadırlara AFAD logosu yapıştırılması tartışmalarını mı şaşkınlıkla izlersiniz? Daha da olmadı siyasetin hiç gereği ve yararı yokken sertleşen diline ve üslubuna mı yanarsınız? Ne yazık ki Türkiye’nin oldukça yüklü ve hızla değişen toplumsal gündeminde daha bunlar gibi burada saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok tartışma konusu ve sorun birikti. Doğal olarak siyasetçilerimiz, Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimlerini, kamuoyumuz ise başta ekonomik olmak üzere, depremin olası sonuçları gibi güncel sorunları tartışadursun, deprem bölgesinde yaşayan felaketzede yurttaşlarımız ise facianın acı gerçekleri içerisinde ve çok zor koşullarda yaşama tutunmaya, ayakta kalmaya ve açıkçası sadece var olmaya çalışıyorlar. Deprem bölgesinde yapılan bazı çalışmalar ilerledikçe, facianın boyutlarına ilişkin gerçekler de biraz daha somut bir biçimde gün yüzüne çıkıyor. Şu satırların yazıldığı sıralarda ne yazık ki depremde yaşamını yitirenlerin sayısı, kimliği belirlenmeden gömülenlerle birlikte hemen hemen 50 binlere yaklaşmıştı. Yitiklerin sayısı ise henüz bilinmiyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı verilerine göre bu depremde; deprem bölgesinde bulunan 20.666 bina yıkıldı. 85.132 bina ağır hasar ve 24.464 bina ise orta hasar aldı. Maddi kayıplara ilişkin de çeşitli hesaplamalar yapılıyor. Bunlardan Dünya Bankası Türkiye Ülke Direktörü Humberto Lopez’e göre Kahramanmaraş merkezli depremlerin ülkeye maddi zararı yaklaşık 34,2 milyar dolar yani, 645 milyar 884 milyon 100 bin TL oldu. Doğal olarak söz konusu bu deprem, başta Kahramanmaraş, Adana, Gaziantep, Hatay, Malatya, Kilis, Osmaniye, Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman ve Elâzığ olmak üzere 11 ilimizi doğrudan doğruya, diğer 81 ilimizi ve 85 milyon insanımızı da dolaylı olarak şu veya bu şekilde etkilemesi nedeniyle, Türkiye’nin doğal afetler tarihine sonuçları itibariyle en ağır felaketlerden birisi olarak geçti. Böylesine büyük boyutlu bir felaketin başta ekonomik, siyasal, yönetsel, kültürel ve toplumsal olmak üzere çok çeşitli etkileri ve sonuçları olması kaçınılmazdır. Günümüzde somut olarak gözlemleyebildiğimiz ve çok hızlı bir biçimde yoğun olarak yaşanan, şimdilik adına deprem göçü de diyebileceğimiz iç göç olayı da bu etki ve sonuçlardan birisi olarak ortaya çıkmıştır. Depremin yarattığı travma nedeniyle 1. Derece deprem bölgelerinden, nispeten yıkıcı depremlerin daha az yaşanacağı varsayılan 3. Derece deprem bölgelerine doğru yönelen bu iç göç akını, çok büyük bir ivme kazanmıştır. Örneğin, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın bugün itibariyle yaptığı bir açıklamaya göre deprem bölgelerinden ve İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşenlerin sayısı 230 bin kişiyi aşmıştır. Göç edenlerin sayısı konusunda resmi bir bilgi olmamakla birlikte, Mersin’e 400 bin, Antalya’ya 150 bin, Muğla’ya 50 bin, Elazığ’a 40 bin, Eskişehir’e 20 bin kişinin göç ettiği söylenmekte ve yazılıp çizilmektedir. Sayıları kesin olarak bilinmemekle birlikte bazı uzmanlara göre göç edenlerin sayısı yaklaşık olarak 5 milyonu bulmuştur. Yine Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Siyam Kesimoğlu’nun yaptığı bir açıklamaya göre Adıyaman ilinde cep telefonlarıyla yapılan görüşmelerde deprem öncesinde ortalama 650 bin sinyal alınırken, deprem sonrasında cep telefonlarından alınan sinyal sayısı 51 bine düşmüştür. Bu sayılar, deprem nedeniyle yaşanan göçün boyutlarını göstermesi açısından bir hayli dikkat çekici ve ilginçtir. Tabii yoğun göç alan illerimizdeki kentsel alt yapıya aşırı yüklenme olacağından buralarda da başka bazı sorunlar meydana gelecektir ki, bu durum da önemle üzerinde durulması gereken, başlı başına daha başka araştırma ve incelemelerin konusudur. Ortaya çıkan tüm bu olgular da açıkça göstermektedir ki, yaşanan bu deprem sadece binaları yıkıp insanları öldürmekle kalmamış, on bir ilimizdeki kentsel alt yapıyı, kentsel dokuyu, kent kültürünü ve kentsel yaşamı da darmadağın etmiş ve deyim yerindeyse bu kentlerimizi adeta komaya sokmuştur. Tabii, canlı doğasına, özellikle de insanlara özgü bir tıp terimi olan “koma” sözcüğü, "derin uyku, bir kişinin altı saatten fazla süren bilinçsizlik hali ve bu haldeki kişilerin ağrılı uyaranlarla, ışıkla ya da sesle uyandırılamaz halde bulunmaları durumu” olarak tanımlanmaktadır. Bilindiği gibi, komadaki kişiler, uyanıklık durumunun tam yokluğunu sergilerler ve bilinçli olarak hissetme, konuşma, duyma ya da hareket etme eylemlerini fiilen gerçekleştirmezler. Bu nedenle “koma” sözcüğü aynı zamanda, bireyin uzun süreli bilincinin kapalı olması ve olaylara, durumlara tepki verememesi durumu olarak da adlandırılabilmektedir. Komadaki kişiler, normal hayatta değillerdir ve bu kişiler isteğe bağlı olarak faaliyet gerçekleştiremezler. Koma halinin bir yıldan daha fazla sürmesi halinde ise, kişinin durumu %75 oranında ölümle sonuçlanmaktadır. Kentbiliminde, şehirlerin doğuşunu, gelişimini ve yok oluşlarını tıpkı bir canlı organizma gibi ele alan çeşitli görüşler ve kuramlar vardır. Kentin tam anlamıyla bir analiz nesnesi olarak ele alınması Chicago Ekolü temsilcileri sayesinde mümkün olmuştur. 1900’lerden itibaren kent artık özgün bir biçimde araştırma konusu haline gelmiştir. Chicago Ekolü’nün temsilcilerinin bakış açısı, Darwin’in görüşlerinden etkilenmeleri ve kenti bir organizma şeklinde ele almalarından dolayı ekolojik kent kuramları olarak da kabul edilmektedir. Park, Burgess, Mckenzie ve Wirth’in temsil ettiği bu ekolojik kent kuramlarının oluşumundaki en büyük avantaj, Chicago kentinin o dönemlerde bir araştırma laboratuvarı gibi olmasıydı. Amerikan kentleri dikkate alınarak geliştirilen bu kuramlarla ayrışma, bütünleşme, gettolaşma gibi, kent yaşamına ilişkin kavramlar ilk kez tanımlanmıştır. Söz konusu bu kuramda, kentleşmenin müdahale edilemez, doğal bir süreç olarak ele alınması her ne kadar eleştiri konusu yapılmış olsa da kenti ilk kez ele alan bir yaklaşım olması nedeniyle ekolojik kuram; kentbilim içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Ekolojik kent kuramına göre, şehirler de tıpkı diğer canlı organizmalar gibi doğarlar, belli bir gelişim çizgisi takip ederler, bu gelişim çizgisinin belli bir noktasında kendi kendilerini yeniden üretirler, bir fonksiyon yerine getirirler ve fonksiyonlarının bittiği nokta ise yok olurlar. Bu açıdan bakıldığında depreme uğramış illerimizin durumunu koma sözcüğüyle açıklamamız Ekolojik kent kuramına uygun olmuştur. Buna göre, depreme uğrayan şehirlerimizin ekonomik, ticari, sosyal, kültürel, eğitsel ve kentsel yaşamları adeta durma noktasına gelmiştir. Bu şehirler, kentsel cazibelerini tamamen kaybetmişler, çeşitli fonksiyonlarını yitirmişler ve adeta tıpkı bir insan gibi komaya girmişlerdir. Buralardan kaçış başlamıştır. Bu kaçış ve çözülme sürecinin bir an önce durdurulması gerekmektedir. Yoksa bu şehirlerimiz de geçmişte pek çok örneğine rastladığımız gibi tarihten silinecekler ya da kasabalaşma veya köyleşme sürecine gireceklerdir. Elbette ki böyle bir süreçten herkes çok büyük zararlar görecektir. Görünen odur ki, bu şehirlerin tekrar eski dinamizmlerine ve canlılıklarına kavuşmaları bir hayli uzun bir zaman alacaktır. Bu da kendiliğinden olacak bir şey değildir. Bunun için devletin çok ciddi, bilinçli ve çağdaş kentleşme politikaları uygulaması, şehirlerimizi tekrar eski cazibesine ve canlılığına kavuşturacak kısa, orta ve uzun vadeli planlar geliştirmesi gerekmektedir. Öyle sanıyor ve umut ediyorum ki şimdi, deprem nedeniyle evini barkını, mahallesini ve kentini terk etmek zorunda kalarak, yabancı gurbet ellerde ve bin bir zorluk içerisinde yeni bir düzen kurmaya ve hayata yeniden tutunmaya çalışan milyonlarca yurttaşımız da böyle bir umut ışığının yanmasını beklemekte ve istemektedirler.

MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL