"..İran Ordusu İsrail’in Başkenti Tel Aviv’e bir hava saldırısında bulunma hazırlığı içerisindeydi ve saldırının başlaması ise an meselesiydi. Dünyanın gündemi bir anda değişiverdi..."

Geçtiğimiz 13 Nisan Cumartesi günü akşam saatlerinde, haber ajanslarının mail sayfalarına acil koduyla geçilen bir haber, deyim yerindeyse tüm dünya kamuoyunun yüreğini ağzına getirdi. Aynı haberi televizyonlar anında, “Son Dakika” notuyla yayımlamaya başladılar. Habere göre, İran Ordusu İsrail’in Başkenti Tel Aviv’e bir hava saldırısında bulunma hazırlığı içerisindeydi ve saldırının başlaması ise an meselesiydi. Dünyanın gündemi bir anda değişiverdi. Hemen hemen tüm haber kanallarında; acaba Ortadoğu’da bir İran-Amerikan savaşı mı başlayacak? Yoksa bu savaş tüm bölgeye yayılacak ve ardından bir üçüncü dünya savaşına mı dönüşecek? Sorularına cevap aranmaya başlandı. Derken saldırının başladığını televizyonlarımızdan canlı canlı izlemeye başladık. Dünya televizyonları Tel Aviv’den canlı yayın yapıyorlardı. İran’ın hava saldırısını çok çekişmeli, gerilimli ve heyecan dozu yüksek bir futbol maçını izler gibi canlı canlı naklen izlemeye başladık. Doğrusunu söylemek gerekirse, manzara izlenmeye değerdi. Görüntü, ışıklı bir drone gösterisine benziyordu. İran’ın İHA ve SİHA’ları bir ışık huzmesi gibi gökten süzülüyor ve İsrail’in Tel Aviv üzerindeki Demir Kafes denilen hava savunma sistemine çarparak infilak ediyordu. Saldırı bir müddet bu şekilde sürdü ve İran Genel Kurmay Başkanlığı’nın saldırının amacına kavuştuğunu bildiren açıklamasıyla son buldu. Bütün dünya rahat bir nefes almıştı ama olayın nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin tartışmalar da asıl bundan sonra başladı. Kimilerine göre bu saldırı; İsrail’in bir süre önce İran’ın Suriye’nin başkenti Şam’daki Büyükelçilik rezidansında bulunan konsolosluk binasını vurarak buradaki üç İran generalini öldürmesi olayına karşılık veren bir misilleme hareketiydi. İran böylelikle üç generalinin öcünü alıyor, İran’dan atılan balistik füzelerinin Tel Aviv’e ulaşacağını kanıtlıyor ve bu şekilde İran halkının incinmiş olan gururunu okşayarak halkına moral veriyordu. Çeşitli uzmanlar, İran’ın misillemesine ilişkin daha başka pek çok gerekçeler de sıralıyorlardı. Bu bağlamda, ABD’de yayın yapan ciddi haber sitelerinden birisi; İran’ın önceden ABD’ye haber verip İHA ve SİHA’larını İsrail’e göndermek için izin aldığını, ayrıca Suudi Arabistan’ın da harekata ilişkin ABD’ye ayrıntılı istihbari bilgiler verdiğini yazdı. ABD Dışişleri Bakanı sorulan bir soru üzerine bu haberleri yalanlamadığı gibi doğruluğunu teyit eden imalarda bulundu. Demek ki, İran’ın bu misillemesi icazetli bir misillemeydi. Bu durumun ortaya çıkmasından sonra da bu icazetli misillemenin gerekçeleri aranmaya başlandı. Uzmanlar bilinen birtakım olasılıkları sıralıyorlardı. İşte tam da bu noktada 70’li yıllardaki şanlı Mülkiyemizin efsane hocalarından Uluslararası Politika hocamız rahmetli Prof. Dr. Mehmet Gönlübol hocamızın veciz bir sözünü hatırladım. Gönlübol hocamıza göre, uluslararası politik olayların görünen gerekçelerinin ardında her zaman gizli ve görünmeyen gerekçeler vardı. Ve olayları doğru bir şekilde anlayabilmek ve doğru tahliller yapabilmek için işte bu görünmeyen ve gizli gerekçelerin bilinmesi ya da doğru bir şekilde öngörülebilmesi gerekirdi. Gerisi lafügüzaftı ve insanları yanılgıya götürebilirdi. Buna göre televizyonlardaki uzmanların verdikleri bilgilerin pek çoğu bilgi kirliliği yaratmaktaydı ve kafaları karıştırmaktan öteye bir işe yaramıyordu. Gerçekten de bu icazetli misilleme harekâtı İran’ın balistik füzelerini ve İsrail’in hava sahasını test etmelerine yaradı ama, Ortadoğu’daki asıl kanayan yara olan Gazze sorununun çözümüne en küçük bir katkı sağlamadı. Bu satırların yazıldığı gün itibariyle Gazze’de 8 ay içinde yaşamını yitiren masum ve mazlum insanların sayısı 38 Bin 850’yi bulmuştu ve bu sayı her geçen gün daha da artmaktaydı. Bir milyon yedi yüz bin kişi ise yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Bu sayılar her geçen gün daha da artmaya devam etmekteydi. Açıkçası İsrail, bütün dünyanın gözleri önünde büyük bir etnik temizlik ve bir bakıma da soykırım hareketini kesintisiz olarak sürdürme ısrarından asla vazgeçmemişti. Öteki dünya ülkeleri bu soykırım ve etnik temizlik olayını ara sıra şöyle üstünkörü bir kınamaktan ve bu vahşeti timsah gözyaşlarıyla izlemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bu arada ne yazık ki, söylemde, her fırsatta İsrail’i ağır bir şekilde eleştiren Türkiye’nin bile; Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre bin on dokuz ürün ihraç ettiğinin ve sınırlı da olsa İsrail ile yapılan ticaretin devam etmesi nedeniyle olayı ne şiş yansın ne kebap babından cılız bir kınamayla geçiştirmek zorunda kaldığına da üzülerek tanık olduk. Eğer dikkat edecek olursanız günümüzün savaşları, düşük yoğunluklu bölgesel savaşlar şeklinde yapılmaktadır. Kuzeyimizde zaten Ukrayna-Rusya Savaşı devam etmektedir. Güneyimizde ise İsrail-Filistin savaşı da daha uzun süre devam edecek bir bölgesel savaş olma eğilimi göstermektedir. Günümüzün savaşları yalnız savaşan ülkeleri değil, aynı zamanda tüm dünyayı

da olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Doğal olarak savaş, normal ve sağlıklı hiçbir insanın taraftar olamayacağı, sonuçları itibariyle yıkıcı etkileri olan acımasız ve korkunç bir olaydır. Ünlü Fransız düşünür Jean Paul Sartre’nin çok güzel ve veciz ifadesiyle “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.” Savaş, geniş halk yığınları için kan, ölüm, ateş, yıkım, zulüm, acımasızlık, açlık ve yoksulluk demektir. Nitekim, Küresel Kalkınma Merkezi’nin yapmış olduğu bir araştırmada dünyada halen sürmekte olan düşük yoğunluklu bölgesel savaşlar nedeniyle dünyadaki gıda fiyatlarının aşırı derecede yükseleceği ve 40 milyondan fazla kişinin ise aşırı derecede yoksullaşacağı öngörüsünde bulunulmuştur. Her nerede yapılırsa yapılsın savaş, Gazze’deki gibi on binlerce masum insanın, hiçbir suçları ve günahları ve yapılan savaşlarla ilgili hiçbir ilişkileri yokken, daha gençliklerine bile doyamadan, yaşamlarının baharında kitleler halinde bu dünyadan göçüp gitmelerine neden olmakta, gencecik erkek ve kadınların dul, küçücük çocukların öksüz ve yetim ve yüzbinlerce insanın da bir hiç mi hiç uğruna sakat kalmaları sonucunu doğurmaktadır. Savaşa ilişkin en güzel ve en geçerli tanımlardan birisini de yaşamının büyük bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş olan ve savaş felaketinin dehşetini ve korkunçluğunu çok yakından tanıyan Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’e göre; bir ülkenin varlığı, egemenliği ve tam bağımsızlığı ve bir halkın özgürlüğü, onuru ve geleceği yaşamsal derecede tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir. Bu nedenle, herkes ve hepimiz için Atatürk’ün belirttiği niteliklere uygun olamayan her türlü savaşa karşı çıkmak bir yurttaşlık ve insanlık borcudur. Atatürk’ün evrensel bir nitelik taşıyan “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi hepimizin şiarı olmalıdır. Unutmayalım ki, savaşları bitirecek olan dünya kamuoyunun savaş konusundaki duyarlılığı ve baskısıdır. Bu baskı 70’li yıllarda Vietnam savaşının bitmesini sağlamıştır. Ünlü halk ozanımız Mahzuni Şerif’in yine aynı yıllarda dillerden düşmeyen deyişinde dile getirdiği gibi: “Dağılır ordular kalkar mahkeme// İnsanlık kavgasız kaldığı zaman”

MEÜ E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL