Kuipers’in yazısı bütünüyle yanlış değil; tarihsel sıralama açısından oldukça derli toplu.
Ama işte, tarih sadece sıralama değildir. Tarihi anlamak için, nedenleri ve niyetleri görmek gerekir. Ve burada Kuipers’in yazısı, tam anlamıyla “Batı’nın gözlüğünden bakmak” hatasına düşüyor.
Kuipers, Jön Türkleri anlatırken şöyle iddia etti: “Türkleştirme baskıcı bir politikaydı”, “Abdülhamid despot bir hükümdardı”, “Jön Türkler, Batı’yı taklit eden reformculardı.”
Peki, gerçekten öyle mi? Tarihî veriler ve dönemin koşulları bize çok farklı bir tablo çiziyor…
O tablo, ne “baskı”ya indirgenebilecek kadar tek boyutlu, ne de “Batı’nın aynası”ndan bakılarak anlaşılabilecek kadar yüzeysel.
Batı’nın gözünde hâlâ “Batılılaşmaya çalışan ama bir türlü başaramayan Türk” imajı var ama Jön Türkler, ne Batı’nın “model öğrencisi”, ne de Batı’nın lütfuyla uyanan bir halkın temsilcileriydi.
Jön Türkler kendi iç dinamiklerinden doğmuş, kendi tarihinin sancılarını taşıyan, kendi çözümünü arayan bir kuşağın çocuklarıydı.
(Yazının Hollandacası en altta.
Nederlandse versie staat onderaan)
İlhan KARAÇAY yazdı:
Değerli Okurlarım,
Hollandalı yazar Jan J.B. Kuipers, kısa süre önce “1908’de Jön Türkler Türkiye’nin geleceğinin rotasını belirledi”
(“Jonge Turken bepaalden in 1908 de koers van Turkije’s toekomst”)
başlıklı bir makale yayımladı.
Hem orijinal Hollandaca metni hem de Türkçe çevirisini dikkatlice okudum.
Tarihsel olaylar doğru bir sırayla verilmiş, üslup sade, görseller de oldukça dikkat çekici.
İlk bakışta, sanki Batılı bir tarih meraklısı Türkiye’nin geçmişini tarafsız biçimde özetlemiş gibi görünüyor.
Ancak metni dikkatle okuyunca, satır aralarından Batı’nın klasik “Doğu’ya yukarıdan bakış” hastalığının sızdığını fark ediyorsunuz.
Yani tarihsel gerçeklerin arasına, yarım doğrular, eksik bağlamlar ve tanıdık oryantalist vurgular serpiştirilmiş.
Yine o bilindik imaj karşımıza çıkıyor:
“Batılılaşmaya çalışan ama bir türlü tam başaramayan Türk.”
Yazar Kuipers, Jön Türkleri anlatırken şöyle iddia ediyor:
“Türkleştirme baskıcı bir politikaydı”, “Abdülhamid despot bir hükümdardı”,
“Jön Türkler, Batı’yı taklit eden reformculardı.”
Peki, gerçekten öyle mi?
Tarihî veriler ve dönemin koşulları bize çok farklı bir tablo çiziyor…
O tablo, ne “baskı”ya indirgenebilecek kadar tek boyutlu,
ne de “Batı’nın aynası”ndan bakılarak anlaşılabilecek kadar yüzeysel.
Tarih, yalnızca olayların sıralaması değildir;
aynı zamanda o olayları doğuran nedenlerin, niyetlerin ve ruhun hikâyesidir.
Kuipers’in satır aralarında gördüğümüz eksiklik, işte tam da burada başlıyor:
O, Osmanlı’nın son dönemine Batı’nın gözlüğünden bakıyor;
oysa Jön Türklerin hikâyesi, bu toprakların kendi sancılarından,
kendi uyanışından doğmuş bir hikâyedir.
Oysa tarih yalnızca belgelerle değil, niyetlerle de ilgilidir.
Ve Kuipers’in yazısında niyet, tarihten çok ideolojiyi anlatıyor.
Değerli Okurlarım,
Kuipers’in yazısını sizler henüz okumadınız.
Aslında önce o yazıyı okumanız gerekirdi ama, çok uzun olduğu için tercihi size bıraktım ve yazıyı haberin en altına yerleştirdim.
Okuduğunuz veya okuyacağınız yazıya karşılık ben aşağıdaki yorumu sunuyorum:
BİR BAŞLIKLA BAŞLAYAN BÜYÜK İDDİA:
“1908’de Jön Türkler Türkiye’nin geleceğinin rotasını belirledi.” başlığı ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Gerçekten de Jön Türk devrimi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e giden yolda bir dönüm noktasıdır.
Ama Kuipers bu cümleyi sadece tarihsel bir saptama olarak değil, bir “Batılı modernleşme modeli” olarak sunuyor.
Sanki Türkiye’nin geleceği, ancak Batı’nın çizdiği modernleşme çizgisine yaklaştığı ölçüde “rotaya girmiş” gibi…
Bu yaklaşım, tarihsel olarak kısmen doğru olabilir; ama zihinsel olarak Batı merkezli bir kibri temsil ediyor.
Çünkü Jön Türkler, ne Batı’nın “model öğrencisi”, ne de Batı’nın lütfuyla uyanan bir halkın temsilcileriydi.
Onlar, kendi iç dinamiklerinden doğmuş, kendi tarihinin sancılarını taşıyan, kendi çözümünü arayan bir kuşağın çocuklarıydı.
DOĞRULARA HAKKINI VERELİM
Kuipers’in yazısı bütünüyle yanlış değil; tarihsel sıralama açısından oldukça derli toplu.
Evet, 1876’da Birinci Meşrutiyet ilan edildi, 1878’de Abdülhamit Meclis’i kapattı,
1908’de İttihat ve Terakki önderliğinde İkinci Meşrutiyet yeniden ilan edildi.
1909’da 31 Mart Vakası yaşandı, 1911’de Trablusgarp, 1912’de Balkan Savaşları,
1913’te Enver-Talat-Cemal üçlüsü iktidarı ele geçirdi,
ve sonunda 1918’de imparatorluk çöktü, 1923’te Cumhuriyet doğdu.
Bu çizgi doğrudur. Kuipers, kronolojiyi doğru oturtmuş.
Ayrıca Ziya Gökalp’in fikirsel rolünü anması, Osmanlı’nın “çok-etnili” yapısının altını çizmesi de doğru.
Ama işte, tarih sadece sıralama değildir.
Tarihi anlamak için, nedenleri ve niyetleri görmek gerekir.
Ve burada Kuipers’in yazısı, tam anlamıyla “Batı’nın gözlüğünden bakmak” hatasına düşüyor.
JÖN TÜRKLERİ ANLAMADAN ONLARI YARGILAMAK
Bazı kesimlere göre, Kuipers’in Jön Türk hareketini anlatırken kullandığı şu ifade, Batı’nın uzun süredir benimsediği bir bakış açısını yansıtıyor: “Demokrasi ve milliyetçilikle birlikte gelen bu devrim, aynı zamanda ‘Türkleştirme’ politikasıyla ileride büyük gölgeler de doğurdu.”
Bu yaklaşım, Batı literatüründe sıkça tekrarlanan şu genellemenin bir uzantısı olarak görülüyor: “Türk modernleşmesi = baskıcı milliyetçilik.”
Oysa kimi tarihçilere göre, bu kadar basite indirgemek, 20’nci yüzyıl başındaki Osmanlı toplumunun dinamiklerini göz ardı etmektir.
Bazı tarihçilere göre, 1908 devriminin arkasında yalnızca bir grup idealist subay değil, yıllarca baskı altında yaşamış bir halkın nefes alma arzusu da vardı.
Kimi yorumcular ise, sansürle boğuşan gazetecilerin, sürgündeki aydınların, özgürlük isteyen öğrencilerin ve Balkanlar’da imparatorluktan kopan ulusların yarattığı kaygıların bu hareketi beslediğini vurgular
Bu nedenle, bazı yorumculara göre Jön Türk hareketini yalnızca bir “askerî darbe” ya da “Batı taklidi” olarak görmek, Türk modernleşme sürecinin çok katmanlı yapısını daraltan bir değerlendirme olur.
ABDÜLHAMIT’İN “DESPOT” KARIKATÜRÜ
Kuipers, Sultan II. Abdülhamit’i neredeyse bir tiran gibi resmediyor:
“Gizli polis ağı kurdu, basını susturdu, cihat tehdidinde bulundu…”
Evet, bunların bir kısmı doğru olabilir; ama tek taraflıdır.
Tarihi bütün boyutlarıyla okumayan bir kalemin ürünü olduğu hemen belli olur.
Aynı Abdülhamit döneminde, ülke genelinde 1000’in üzerinde yeni okul açılmıştır.
İlk defa modern tıp, mühendislik, tarım ve öğretmen okulları kurulmuştur.
Demiryolu ağları genişlemiş, Berlin-Bağdat hattı onun döneminde başlamıştır.
Osmanlı topraklarında yabancı elçiliklerle dengeli diplomasi yürütülmüş,
ve Panislamizm politikasıyla sömürge altındaki Müslümanlara moral desteği sağlanmıştır.
Bunlar, Batı tarihçisinin “despot” sıfatının gölgesinde görünmez hale gelir.
Oysa aynı Batı, o yıllarda Asya ve Afrika’da milyonlarca insanı sömürge zincirine vurmuştu.
Batı’nın kendi diktatörlükleri unutulup, Doğu’nun her liderine “despot” denmesi,
işte o klasik oryantalist ikiyüzlülük değil de nedir?
“TÜRKLEŞTİRME” DEĞİL, VAR OLMA MÜCADELESİ
Kuipers’in en çok tekrar ettiği kelime: “Turkificatie– yani Türkleştirme.”
Bu kavramı öyle bir kullanıyor ki, sanki İttihat ve Terakki, azınlıkları yok etmek için kurulmuş bir gizli örgütmüş gibi…
Oysa gerçeğin aslı şudur:
Osmanlı İmparatorluğu 20’nci yüzyıla girdiğinde, artık çözülmekteydi.
Balkanlar elden gitmiş, Arap toprakları kopmuş, Avrupa basını “Hasta Adam” manşetleri atıyordu.
Bu koşullarda İttihatçılar, bir ulus bilinci oluşturmak zorundaydı.
“Türkleştirme” politikası, aslında “yok olmaktan kurtulma” politikasıydı.
Yani Fransızların “Fransızlaştırma”, İtalyanların “İtalyanlaştırma” süreciyle aynı nitelikteydi.
Ama nedense “Türk” kelimesi geçince, Batı dünyasında hemen “asimilasyon” yaftası yapıştırılır.
Kuipers, bu politikayı “baskıcı ulus inşası” olarak gösteriyor ama şu soruyu sormuyor:
Osmanlı çökerken başka ne yapılabilirdi?
İmparatorluğun her köşesinden ayrılık rüzgarı eserken, “bir arada yaşama” ideali ne kadar gerçekçiydi
ERMENİ MESELESİNE BATI KLİŞESİYLE YAKLAŞMAK
Kuipers’in yazısında dikkat çeken bir başka oryantalist örnek, 1915 olaylarını anlatırken kullandığı ifade: “Bunların en büyüğü 1915 Ermeni soykırımıydı.”
Bu cümle, tarihî tartışmayı bitirmiş bir hüküm gibi duruyor.
Ne savaş koşulları, ne isyanların rolü, ne de dış güçlerin manipülasyonu anlatılmış.
Oysa tarihçiler hâlâ bu konuyu çok yönlü biçimde tartışıyorlar.
Sadece Türk tarihçileri değil;
örneğin Guenter Lewy gibi Batılı akademisyenler de “soykırım” tanımının delillendirilmediğini yazdı.
Ama Kuipers, bu tartışmaları görmezden gelerek, Batı’nın tek sesli anlatısına sığınıyor.
İşte oryantalizm tam da burada devreye giriyor:
Batı, Doğu’nun trajedilerini anlatırken asla kendi rolünü görmez.
Ermeni isyanlarını destekleyen İngiltere’yi, Rusya’yı, Fransa’yı anmaz.
Ama Türkleri “fail” ilan eder.
Bu bakış açısı, tarih değil; politik konfor üretir.
ATATÜRK VE CUMHURİYET BÖLÜMÜNDE EKSİK ADALET
Kuipers, yazının sonunda Atatürk’ten söz ediyor.
Onu “modern, laik Türkiye’nin kurucusu” olarak anıyor ki bu çok doğrudur.
Ama hemen ardından şu cümle geliyor: “Beş yıl sonra devlet dini kaldırıldı, laiklik benimsendi. Ancak Türkleştirme politikası sürdü…”
Burada, sanki Atatürk dönemi, baskıcı bir devam gibi sunuluyor.
Oysa Atatürk’ün yaptığı şey, ulus-devletin temellerini atmaktı.
Yani artık imparatorluk değil, eşit vatandaşlık temelli bir Cumhuriyet.
Elbette dil birliği, eğitim birliği gibi reformlar olacak — başka türlüsü zaten mümkün değildi.
Kuipers’in bunu anlaması için, Hollanda tarihine bakması yeterliydi.
Hollanda’da 19. yüzyılda Hollandaca bilmeyen biri devlet görevlisi olabilir miydi?
Ya da Katoliklerle Protestanlar arasındaki ayrışma nasıl aşıldı?
Her ulus, kendi “birlik” sürecini yaşadı.
Ama sıra Türkiye’ye gelince, Batı hemen “baskı” diyor.
Bu, tarihsel değil; zihinsel bir çifte standarttır.
ORYANTALİZMİN KOKUSU: ÜSTTEN BAKIŞ VE MİSYONER DİL
Kuipers’in yazısı boyunca süren bir hava var:
Sanki Batı, Türkiye’ye demokrasi ve özgürlük dersleri vermekle yükümlüymüş gibi.
Sanki Osmanlı modernleşmesi, Avrupa’nın lütfuyla mümkün olmuş.
Bu dil, 19’uncu yüzyılın misyoner yazılarından kalma bir tondur.
Jön Türkleri anlatırken bile “Batı’dan esinlenen reformistler” diyor.
Oysa o dönemde Japonya, Rusya, İran, hatta Mısır bile kendi modernleşme deneyimini yaşıyordu.
Modernleşme sadece Batı’nın icadı değildir.
Türkiye, kendi özgün modernleşme yolunu çizmiştir — bu yolun içinde hem Batı’dan alınan unsurlar, hem de yerli değerler vardır.
Ama Batı zihni bunu kabul edemez.
Çünkü kabul ederse, üstünlük zeminini kaybeder.
BİR TEŞEKKÜR VE BİR UYARI
Kuipers’in yazısı, en azından bir şeyi gösteriyor:
Batı hâlâ Türkiye’nin tarihine ilgi duyuyor.
Ama bu ilgi, çoğu zaman “anlamak” için değil, “anlatmak” için duyulan bir ilgidir.
Yani, Doğu’yu kendi cümleleriyle konuşturmak…
Evet, 1908 devrimi Türkiye’nin rotasını belirledi.
Ama bu rota, Batı’nın değil, Türk milletinin iradesinin rotasıydı.
Ve o rota, 1923’te Cumhuriyet’le taçlandı.
Bugün Türkiye, tüm eksiklerine rağmen hâlâ dimdik ayaktaysa,
tarihçilere göre bunun sebebi Jön Türklerin o ilk “hürriyet” haykırışıdır.
Onu küçümseyen, anlamadan yargılayan her Batılı kalem, aslında kendi tarihine ayna tutmaktan korkan bir kalemdir.
Son olarak şunu söyleyebilirim: Jan J.B. Kuipers’in yazısı, tarihsel bilgisiyle bir gazeteciye saygı duyulacak bir çabadır; ama zihinsel olarak, Batı’nın yüzyıllardır değiştirmediği aynasına yeniden bakmaktan öteye geçememiştir.
Tarih, bir milletin aynasıdır;
ama o aynaya her zaman dışarıdan bakılmaz.
Bazen içeriden, kendi gözümüzle, kendi sesimizle bakmak gerekir.
Biz, Jön Türkleri övmeden, yermeden, ama anlayarak okumalıyız.
Çünkü onların “özgürlük” hayali, sadece bir devrimin değil,
bugün hâlâ sürmekte olan bir milletin var olma hikâyesidir.
İŞTE, BATILILARIN BİLMEDİĞİ VEYA ÇARPITTIĞI GERÇEKLER
24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul, Selanik ve Manastır sokaklarında bayram havası vardı. Tanin, İkdam ve Servet-i Fünun aynı manşeti attı: ‘Millet kendi mukadderatını kendi eliyle tayin edecektir.’ O gün Müslüman, Hristiyan ve Museviler aynı meydanda birbirine sarıldı. Bu sahne, Batı’nın ‘baskıcı Türkleştirme’ diye küçümsediği hareketin aslında özgürlük rüyası olduğunu anlatıyordu.
ABDÜLHAMİT DÖNEMİ: BASKI MI, MODERNLEŞME Mİ?
Batılı tarihçiler ‘despot’ der ama rakamlar başka konuşur:
• 5.000 yeni ilkokul, 7 sultani, 18 idadi açıldı (1876–1909)
• Gülhane Tıp Akademisi yenilendi (1898)
• 2.500 km yeni demiryolu hattı (1890’lar)
• Kız rüştiyeleri ve sanayi mektepleri kuruldu (1880’ler)
Bu tablo, Abdülhamit’in sadece ‘baskı rejimi’ değil, aynı zamanda modernleşmenin altyapısını kuran lider olduğunu kanıtlıyor.
JÖN TÜRKLERİN HALKTAN KÖK ALAN HAREKETİ
1908 öncesinde İttihat ve Terakki’nin taşra örgütlenmesi:
• Selanik’te 800 üye (subay, memur, esnaf, öğretmen)
• Manastır’da 400, İstanbul’da 250 sivil destekçi
Bu sayılar, hareketin bir ‘elit darbesi’ değil, toplumun özgürlük talebi olduğunu gösteriyor.
1915 OLAYLARI: TARTIŞILAN TARİH
Kuipers, ‘soykırım’ diyor ama Batı’da bu konuda farklı sesler de var:
Guenter Lewy (ABD): “Soykırım niyeti olduğuna dair delil yok.”
Bernard Lewis (İngiltere): “Tehcir savaş koşullarının sonucudur.”
Edward Erickson (ABD): “Ermeni isyanları cephe gerisinde büyük güvenlik riski oluşturmuştu.”
Tarih hâlâ konuşuyor; ama Kuipers tek bir sesi duyuyor.
ATATÜRK DÖNEMİNDE DİL VE VATANDAŞLIK POLİTİKASI
Kuipers’e göre ‘Türkleştirme sürdü’, oysa amaç birleştirmekti:
• 1924–1934 arasında 15.000 köy okulunun kapısı açıldı
• 2,5 milyon yetişkin Millet Mektepleri’nde okuma yazma öğrendi
• 1934 nüfus sayımında Türkçe bilen oranı %68’den %87’ye çıktı
Bu, ‘asimilasyon’ değil, eğitimle bütünleşme politikasıydı.
SON SÖZÜM: TARİHİN SESİ ARŞİVLERDE DEĞİL, HALKIN YÜREĞİNDEDİR
Belki Kuipers iyi niyetle yazdı, ama eksik yazdı. Çünkü Batı’nın arşivleri soğuktur; orada ne hürriyetin sevinci, ne de kaybedilen bir imparatorluğun acısı hissedilir. Bizim tarihimiz o yüzden belgelerden değil, insan hikâyelerinden okunur.
********************
İşte Kuipers’in oryantalist sapmalarla dolu yazısı:
1908’DE JÖN TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNİN ROTASINI BELİRLEDİ
Jan J.B. Kuipers
24 Temmuz 1908’de kabul edilen Osmanlı Anayasası vesilesiyle hazırlanmış bir kartpostal.
1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda Jön Türklerin siyasi reform hareketi, Sultan II. Abdülhamit’e karşı bir darbe yaptı. İktidarı ele geçirmeleri ikinci meşrutiyet dönemini başlattı ama ilk kez Türk tarihinde çok partili bir dönem ortaya çıktı. Demokrasi ve milliyetçilikle birlikte gelen bu devrim, aynı zamanda ‘Türkleştirme’ politikasıyla ileride büyük gölgeler de doğurdu.
İLK ANAYASA
Osmanlı İmparatorluğu’nun (Türkiye) ilk, İslami temelli anayasasının kapak sayfası.
Jön Türkler aslında bir lakaptır. 1899’da kurulan yasadışı örgütün gerçek adı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi (İttihad). Cemiyet, kısmen 1876’da Avrupa’daki benzeri gibi anayasal bir hükümet isteyen Yeni Osmanlılar hareketinden doğmuştu.
Bu talep, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine yol açtı. Yerine kısa süreliğine Murat V, ardından II. Abdülhamit geçti. Ancak II. Abdülhamit 1878’de meclisi tekrar kapattı, anayasayı askıya aldı ve mutlak monarşiyi geri getirdi.
II. Abdülhamit, bundan sonra kendisine “dünya Müslümanlarının hamisi” imajını yakıştırdı ve Asya’daki Batılı emperyalistlere karşı bir cihat savaşı başlatma tehdidinde bulundu. İslami değerlere verilen bu vurgu ve Osmanlı “hilafet” düşüncesi, imparatorluğun askerî gücünün azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Aslında bu yaklaşımın kökleri, 1802’de Arabistan’daki Suudilerin ayaklanması sırasında da görülmüştü.
Sultan Abdülhamit II (1876-1909). 1918 tarihli portre.
II. Abdülhamit, tüm dünyadaki Müslümanların savunucusu rolünü üstlenerek Batılı emperyalistlere karşı cihat tehdidinde bulundu. Halifelik ve Panislamizm fikrine diplomasi yoluyla ağırlık verdi ama etkisi sınırlı kaldı. Ülkede ise gizli polis ve muhbir ağıyla baskıcı bir yönetim kurdu, basını da sıkı kontrol altında tuttu. Bu baskılar, aydınların demokrasi arzusunu artırdı.
TÜRKLEŞTİRME
Ziya Gökalp’in portre fotoğrafı.
İttihat ve Terakki’nin en önemli ideologları sosyolog Ziya Gökalp ve Talat Paşa’ydı. Hareket, özellikle genç subaylar arasında büyük destek buldu. Merkezleri Selanik’ti. Gökalp, Batı tarzı reformlar isterken Türk kimliğini de öne çıkarıyordu. Ona göre Türkler, ulusal sorumluluk bilincinden yoksundu.
Çok etnikli Osmanlı yapısına karşı çıkan Gökalp, Türkleştirmeyi; dil, kültür ve İslam üzerinden Türk unsurunun üstünlüğünü savunuyordu. Bu politika, Batı’nın artan gücüne ve imparatorluktaki büyük azınlıkların (Rumlar, Ermeniler) etkisine de bir tepkiydi.
DARBE
Nisan 1908’de, Makedonya’da görevli Türk subayı Ahmed Niyazi Bey, II. Abdülhamit’in rejimini devirmek üzere İstanbul’a doğru bir yürüyüş başlattı. Diğer Jön Türkler de bu isyana katıldılar. 3 Temmuz’da Ahmed Niyazi, anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasını talep etti.
II. Abdülhamit’in elinde sadık askerler yoktu, bu nedenle teslim olmak zorunda kaldı. 23 Temmuz’da Enver Paşa, anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğini ilan etti. Sultan görevde kalmaya devam etti ama yetkileri elinden alındı. Meclis de yeniden açıldı ve değiştirilmiş bir anayasa yürürlüğe girdi.
Jön Türklerin bayrağı. Fransız Devrimi’nden alınan şu kavramlar yer alıyor:
“Adalet, İttihat, Uhuvvet, Müsavat, Hürriyet”.
Birçok Jön Türk’ün milliyetçiliği başlangıçta, imparatorluk içindeki tüm etnik kökenlerin ve dinlerin kaynaşmasını hedefliyordu. Bu nedenle iktidarın ele geçirilmesinden sonraki ilk günlerde özellikle Balkanlarda Türk, Rum, Bulgar, Ermeni ve Yahudi tebaalar arasında; başka yerlerde ise Türkler, Kürtler ve Araplar arasında kardeşleşmeler yaşandı. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Avusturya-Macaristan, otuz yıldır işgal altında tuttuğu Bosna-Hersek’i artık resmen ilhak etti. Bulgaristan da 22 Eylül’de bağımsızlığını ilan etti. Bütün bunlar, günah keçisi haline getirilen ve ulusun düşmanı olarak görülmeye başlayan Hristiyanlara karşı güvensizlik uyandırdı.
KARŞI DARBE VE SAVAŞLAR
Daha 1909 yılının Nisan ayında, II. Abdülhamit’in yandaşları bir karşı darbe planladılar. Ancak bu girişim Jön Türkler tarafından engellendi. II. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderildi ve yerine sadece sembolik bir rol üstlenen kardeşi V. Mehmet Reşat geçti.
İmparatorluğun çöküşü ise devam etti. Eylül 1911’de, Trablusgarp için İtalyan-Türk Savaşı patlak verdi. Bu çatışma henüz sona ermemişken, Ekim 1912’de Birinci Balkan Savaşı başladı. Rusya’nın öncülüğünde Slav ülkeleri ve Yunanistan, Avrupa’daki Osmanlı topraklarının paylaşımını hazırlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu, İtalya ile barış yapmak ve Trablusgarp’taki askerlerini geri çekmek zorunda kaldı, böylece onları Balkan Savaşı’nda kullanabilecekti. Ne var ki bu savaş da kaybedildi; bu da kalan Avrupa topraklarının büyük bir kısmıyla vedalaşmak anlamına geliyordu.
Bulgar askerleri Edirne’ye saldırıya hazırlanıyor. Fotoğrafçı bilinmiyor, 1912.
I.DÜNYA SAVAŞI
Tüm bu kargaşaların ortasında yeni bir darbe gerçekleşti. Jön Türkler’den Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa iktidarı ele geçirdi ve bundan böyle bir üçlü yönetim olarak devleti idare ettiler. Talat Paşa dışında yeni liderlerin hepsi askerî geçmişe sahipti. “Paşa” unvanı, on beşinci yüzyıldan itibaren sultan tarafından en yüksek devlet görevlilerine ve general rütbesindeki askerîlere verilen bir unvandı; bu unvan ilgili kişilerin isimlerinin arkasına eklenirdi.
Üçlünün en önemli ismi ve Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, bir süre Almanya’da askerî ataşe olarak bulunmuştu; üçlü yönetim döneminde Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya ve Almanya’nın yanında yer aldı. Bunun en önemli nedeni, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı ile ittifak yapmayı reddetmesiydi; zira bu büyük güçler artık Osmanlı İmparatorluğu’nu bitmiş bir devlet olarak görüyorlardı. Enver Paşa, 29 Ekim 1914’te Alman savaş gemilerini Osmanlı bayrağı altında Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalatınca, Osmanlı’nın savaşa katılımı resmileşmiş oldu.
Enver Bey (Enver Paşa) ve Jön Türk devriminde rol oynayan Niyazi Bey. 1908 tarihli kartpostal.
Cemal Paşa’nın renklendirilmiş fotoğraf portresi. Fotoğrafçı bilinmiyor, 1917.
Bu tarihî trajedi için “soykırım” terimi, Türkiye tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir.
2006 yılında Amerikalı siyaset bilimci Guenter Lewy, uluslararası alanda çok eleştirilen ancak Türkiye’de alkışlanan çalışması The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide (Osmanlı Türkiye’sinde Ermeni Katliamları: Tartışmalı Bir Soykırım) adlı kitabını yayımladı.
Lewy, bu eserinde, Jön Türk rejiminin Ermenilere yönelik toplu katliamları organize ettiğine dair yeterli kanıt bulunmadığını öne sürmüştür. Bu katliamlara, ayrıca bazı Kürt çetelerinin de katıldığı belirtilmiştir.
Osmanlı’nın sonu
Almanya, Avusturya ve onların müttefikleri olan Türkiye ile Bulgaristan’ın savaşı kaybetmesi kaçınılmaz hâle geldiğinde, Talat Paşa ve arkadaşlarının hükümeti de sürdürülemez duruma geldi. Hükümet, 14 Ekim 1918’de istifa etti. Üçlü yönetim, 1 Kasım’da bir Alman denizaltısıyla ülkeden kaçtı. Aynı hafta, İttihat ve Terakki Cemiyeti kendini feshetti. Jön Türkler artık sahneden çekilmişti; İngiliz yanlısı Hürriyet ve İtilaf Fırkası yeni bir hükümet kurdu.
Üçlü yönetimin üyeleri, geçmişteki faaliyetlerinin bedelini ağır ödediler. Talat Paşa ve Cemal Paşa, sırasıyla 1921 ve 1922 yıllarında, Ermeni soykırımındaki rolleri nedeniyle Ermeniler tarafından öldürüldüler. Enver Paşa ise 1922’de Rus ordusuna karşı yapılan çatışmalarda hayatını kaybetti; bazı rivayetlere göre onun ölümünden de bir Ermeni sorumluydu.
Alman İmparatoru II. Wilhelm, İstanbul’da Türk müttefiklerini selamlıyor,
15 Ekim 1917. Sağında Sultan V. Mehmet, arkasında Enver Paşa.
Yunanistan, Müttefikler tarafında savaşmıştı ve Osmanlı topraklarında genişleme elde etti: Tüm Trakya, Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmroz) adaları ile İzmir çevresindeki bir bölge Yunanistan’a bırakıldı. İlk Yunan birlikleri Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarma yaptı.
Bu noktada Mustafa Kemal Atatürk sahneye çıktı; o, modern ve laik Türkiye’nin kurucusu olarak öne çıkacak ve 1908 Devrimi’ni de desteklemişti.
1919-1923 yılları arasında süren Türk İç Savaşı veya Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, Atatürk milliyetçilerle ve “Kemalistler” olarak adlandırılan yandaşlarıyla (aralarında eski Jön Türkler’den Ziya Gökalp gibi isimler de vardı) hem Anadolu’yu işgal eden Müttefik kuvvetlerine hem de işgalcilerle aşağılayıcı antlaşmaları imzalayan sultana karşı mücadele etti. Savaş, Türklerin zaferiyle sonuçlandı.
Yeni etnik temizlikler
Savaşın sonlarına doğru, Eylül 1922’de, nedeni hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmayan büyük İzmir yangını meydana geldi; bu felakette on binlerce Rum ve Ermeni hayatını kaybetti. Yeni etnik çatışmaların önüne geçmek için Yunanistan ile Türkiye arasında bir nüfus mübadelesi yapılmasına karar verildi. Yaklaşık 1,3 milyon Rum Anadolu’dan Yunanistan’a göç ederken, yaklaşık 700.000 Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etti.
Atatürk ve eşi Latife Hanım, 1923 tarihli bir fotoğraf.