Türkiye’nin en önemli ekonomik ve sosyal sorunlarından birisi de toplumsal şiddettir. Ancak öteki ekonomik, sosyal ve siyasal olaylar kamuoyunda o kadar büyük yer kaplıyor ve gündemi o kadar çok meşgul ediyor ki, gündemde toplumsal şiddete neredeyse hiç yer kalmıyor. Bu can yakıcı sorunu ancak, toplumu sarsan, sansasyonel ve büyük boyutlu şiddet olayları meydana gelince hatırlıyoruz ve tartışmaya başlıyoruz. Geçtiğimiz günlerde yine öyle oldu. İstanbul’un Esenyurt ilçesinde bir tekel bayisinde gerçekleşen ve mafyatik dizi film sahnelerini aratmayan silahlı saldırı görüntülerinin kamuoyuna yansıması sonucunda toplumsal şiddet yine gündemin bir numaralı tartışma konusu haline geldi. Siyasetçiler, eski emniyet müdürleri, kimi gazeteciler ve bazı bilim insanları, televizyonlarımıza çıkarak şiddete ve şiddetin önlenmesine ilişkin çeşitli açıklamalarda bulundular. Hemen baştan belirtelim ki, şiddet olgusu bu programlarda açıklanmaya çalışıldığı gibi sığ ve gelip geçici bir asayiş sorunu değildir. Şiddetin kökenleri çok derinlerdedir. Toplumsal şiddet, çok boyutlu ve karmaşık bir olgudur. Ve şiddet, salt polisiye önlemlerle ve idam cezası gibi ağır cezalar getirerek ve cezaları arttırarak önlenemez. Ülkemizde son zamanlarda, Esenyurt olayı gibi olayların çokça yaşandığını ve bu tür olayların büyük bir hızla arttığını gözlemliyoruz. Aslında her biri, olayı yaşayan kişiler açısından çok acıtıcı, çok yaralayıcı ve yıkıcı sonuçlar doğuran bu şiddet olayları, toplumumuzun hemen hemen her kesiminde yaygınlaşmıştır. Ülkemizde adeta bir şiddet kültürü oluşmuştur. Gazete haberlerinde sıklıkla gördüğümüz gibi çok iyi eğitim almış, toplum için iyi birer rol model oluşturduğu varsayılan profesörler, siyasetçiler, doktorlar, öğretmenler, imamlar, subaylar, polisler, sanayiciler, iş adamları ve sayabileceğimiz daha pek çok meslek adamları çok rahatlıkla cinayet işleyebilmekte ve yakın çevrelerinde bulunan kendilerinden güçsüz kimselere şiddet uygulayabilmektedirler. Bu kadar büyük bir yaygınlık kazanmış olan; hemen hemen her gün gerek yakın çevremizde somut olarak tanık olduğumuz, gerekse de gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda izlediğimiz, sosyal medyadan bilgi sahibi olduğumuz bu çeşit şiddet olaylarını önlemek, tepki vermek ve nedenlerini araştırmak konusunda bu konuyla yakından ilgili kurum, kuruluş ve yetkililerin bile sessiz ve ilgisiz kaldıklarını üzüntü ve şaşkınlıkla izliyoruz. Bu ilgisizlik, toplumumuzda şiddet olgusunun ne kadar kanıksandığının ve sıradanlaştığının hazin bir göstergesidir. Şiddet olaylarının mutlak bir kadercilikle karşılanması ve uygulanan yaptırımların da yetersiz kalması, şiddet olaylarının azalacağı yerde daha da artmasına neden olmaktadır. Bu durum karşısında özellikle kendi ülkemizde ve genel olarak ta tüm dünyada şiddet olgusunu anlamaya çalışmak, nedenlerini gerçekçi bir biçimde tanımlayabilmek ve oransal olarak indirgenebilecek en alt düzeylere indirebilmek için mücadele etmek duyarlı her insan için insani, vicdani ve toplumsal bir görev haline gelmiştir. Aslında insanın doğasının genetik bir özelliği olarak şiddet bilinçaltının derinliklerinde yatmaktadır. Bu nedenle, her zaman ve her yerde var olan şiddeti tanımlamak oldukça zordur. Kısaca tanımlamak gerekirse şiddet, Arapçadan dilimize geçmiştir. "Sertlik, sert, katı davranış, kaba kuvvet kullanımı" anlamlarına gelmektedir. Bir başka tanıma göre şiddet; “bir kişiye, güç veya baskı uygulayarak isteği dışında bir şey yapmak ya da yaptırmak; şiddet uygulama eylemi, zorlama, saldırı, kaba kuvvet, bedensel ya da psikolojik acı çektirme ya da işkence yapma, vurma ve yaralama” şeklinde ifade edilmektedir. Genel olarak şiddeti; başkasını öldürme, sakat bırakma ya da yaralama yoluyla zarar verilmesi, bu tür eylemlerle başkasına karşı tehdit oluşturulması ve kısacası insana fiziksel ve ruhsal zarar veren her türlü eylem olarak tanımlayabiliriz. Günümüzde özellikle “ekonomik şiddet’in” de başlı başına önemli bir şiddet türü olarak nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte ciddiyetle incelenmesi gerekmektedir. Bir ülkede çok yüksek oranlarda seyreden enflasyon ve işsizlik düzeyinin, yetersiz sosyal güvenlik olanaklarının da bir çeşit ekonomik şiddet olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çok düşük ücretler, sürekli yüksek seyreden enflasyon, yaygın işsizlik ve ekonomik durgunluk gibi etkenler insanca yaşamı neredeyse olanaksız hale getirebilir. Ekonomik ve sosyal güvencelerin yoksunluğu nedeniyle gelecek endişesi içerisinde yaşayan insanlar daha sorunlu ve gerilimli hale gelebilirler. Bu durum bu kişileri şiddete daha yatkın hale getirebilir. Sonu kötü biten bir aile veya kahvehane kavgasının ya da bir işçi-polis, öğrenci-güvenlik görevlisi çatışmasının temelinde çoğu zaman bu tür bir ekonomik yoksunluğun bulunduğunu söyleyebiliriz. Şiddet tek bir etkene bağlı olarak ortaya çıkmaz. Şiddeti ortaya çıkartan pek çok etken vardır. Bu etkenler ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Türkiye’de toplumsal şiddetin ortaya çıkmasına neden olan temel etken ise verili toplum yapısıdır. Bilindiği gibi verili toplumlar ergil toplumlardır. Ergil toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkiler ekonomik, sosyal, siyasal ve fiziki güce göre belirlenmektedir. İkinci etken ise gelir dağılımı bozukluğu, kaynak yetersizliği ve üretim düşüklüğüdür. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak kadar üretim yapılamayan, kaynakları yetersiz ve gelir dağılımı bozuk olan ülkelerde daha başka hangi önlem alınırsa alınsın toplumsal şiddet önlenemez. Ve arzu edilen asgari seviyelere düşürülemez. Alınacak polisiye önlemler ve yapılacak yasal düzenlemeler tek başlarına toplumsal şiddeti önlemekte yetersiz kalırlar. Toplumsal şiddetle mücadelede atılması gereken ilk adım, gelir dağılımı bozukluğunun ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için gelir dağılımı reformu yapılarak gelir dağılımının dengeli, adil ve nispeten eşit hale getirilmesi gerekmektedir. Gelir dağılımı düzeltilmeden toplumsal şiddetin ortadan kaldırılması olanaklı değildir. Tüketim ekonomisinden vazgeçilerek üretim ekonomisine geçilmeli, ekonomik, sosyal, eğitsel, kültürel alanlar başta olmak üzere her alanda toplumsal kalkınma sağlanmalıdır. Toplumsal şiddetle mücadele etmek bir süreç işidir. Bu süreçte bir sistem olarak eğitim, başlı başına çok büyük ve çok önemli bir yer tutmaktadır. Ancak, toplumsal şiddetle mücadele için geliştirilecek olan bu eğitim sisteminin çağ dışı, ezberci, dogmatik, sınav odaklı ve yarışmacı bir eğitim sistemi olmaması gerekmektedir. Eğitim yoluyla toplumsal şiddetle mücadele için ülkemizde 1938’lerde Hasan Ali Yücel tarafından uygulanmış olan “Hümanizm Eğitimi” modeline geçilmesinde sayılamayacak kadar çok ve büyük yararlar vardır.

MEÜ. E. Öğr. Gör. Celal TEZEL