Geçtiğimiz günlerde, görev yaptığım dershaneye gitmek üzere Tarihi Küçük Minare Camii önündeki yaya bölgesinde dolaşan kalabalıklar arasında sakin sakin ilerlemeye çalışıyordum ki, gözlerim bir anda; annesi ile el ele tutuşmuş olarak karşıdan gelen, muhtemelen beş-altı yaşlarındaki siyahi bir çocuğa takıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse çocuk, oldukça sevimli, sempatik ve görünüşçe güzel bir çocuktu. Ten rengi epeyce açılmış olmasına rağmen, açık çikolata rengi hala belirgin bir özellik olarak kendisini açıkça gösteriyordu. Çocuk, her yönüyle bildiğimiz Afrikalı siyahilerin tüm tipik özelliklerini sergiliyordu. İlk anda; bu çocuk olsa olsa, ailesiyle birlikte kentimizi görmeye, gezip dolaşmaya gelen bir turist çocuğudur diye düşündüm. İkinci olasılık olarak çocuğun, Tarsus Amerikan Kolejinde görevli Amerikalı bir öğretmenin de çocuğu olabileceği varsayımını aklımdan geçirdim. Ama yanlarına yaklaşınca, çocuğun ve annesinin birbirleriyle çok düzgün bir şekilde Türkçe konuştuklarına tanıklık ettim. İstemeden de olsa anne ile oğul arasındaki diyaloğa kulak misafiri oldum. Demek ki bu çocuk ve annesi, ilk anda tahmin ettiğim gibi turist ya da yabancı değillerdi. Bunlar, özbeöz Türk vatandaşları ve yurttaşlarıydılar. Çok büyük olasılıkla da Tarsusluydular. Bu ilginç rastlantı ister istemez belleğimi canlandırdı. Geçmişte kimilerini yakından tanıyıp arkadaşlık ettiğim, Afrika kökenli Tarsuslu hemşehrilerimizi yani, Afro-Tarsusluları anımsattı. Şimdilerde günlük yaşam içerisinde pek fazla rastlayamıyoruz ama, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Tarsus’ta, yani 60’lı ve 70’li yılların Tarsus’unda yaşayan pek çok Afrika kökenli, yani Afro-Tarsuslu hemşehrimiz mevcuttu. Bunlar, çoğunlukla Tarsus’un yoksul mahallelerinde ve Tuzla, Tabaklar gibi kimi ova köylerinde yaşıyorlardı. Genellikle küçük çiftçilikle, esnaflık ve sanatkarlıkla uğraşıyor ve emek yoğun işlerde işçilik yaparak hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Yaşadıkları mahalle ve köylerdeki diğer insanlarla kaynaşmış bir şekilde, düşmanlaştırılmadan, ötekileştirilmeden, barış içinde bir arada kardeşçe yaşıyorlardı. O yıllarda ayrımcılık yapmak ve insanları ötekileştirmek kimsenin aklına gelmiyordu. En fazla “Arap Ahmet, Arap Mehmet” gibi nitelendirmelerle, isimlerinin önüne “Arap” sözcüğü eklenerek çağrılıyorlardı. Bu hitap şekli bazen Afro-Tarsuslu hemşehrilerimiz ile çok çeşitli kökenlerden gelmiş olan öteki Tarsuslu yurttaşlarımız arasında bazı renkli ve eğlenceli şakaların yapılmasına neden olabiliyordu. Benim bildiğim ve tanıdığım, o yıllarda Belediye’ye bağlı olarak faaliyet gösteren Elektrik İşletmesinde teknisyen olarak çalışan bir “Arap Mehmet” vardı. Çevresinde sevilen sayılan, sempatik bir insandı. Tarsus’un renkli simalarından birisiydi. Yine o yılların tanınmış Afro Tarsuslularından birisi de ünlü arıcı ve bal üreticisi Arap Selim’di. Karabucak Ormanları kıyısındaki mütevazı sebze meyve bahçesinde konuşlandırdığı kovanlarında birinci sınıf bal üretir, motoruyla getirdiği bu balları; şimdiki Zorbaz Otelin yerinde bulunan, o zamanki adıyla Parmakçalı Kahvede pazarlardı. Benim anımsadığım bir de eski Buğday Pazarı önünü mesken tutan, kancalarıyla sırtladıkları pamuk hararlarını ve pamuk balyalarını çırçır fabrikalarına taşıdıkları için “Kancalı Arap Hamallar” diye anılan Afro hemşehrilerimiz de vardı. Bunlar çok güçlü, kuvvetli adamlardı. Sabahtan akşama kadar hamallık yaparlar, hava kararıp işleri bittikten sonra ise, Tarsus’un şimdilerde ismi unutulmuş “Melekgirmez” sokağındaki ünlü Ali Faraş’ın ve Cenap’ın Meyhanelerini mesken tutarlardı. Bazı geceler, aralarında çıkan kimi anlaşmazlıklar nedeniyle öyle şiddetli bir kavgaya tutuşurlardı ki, bunları ayırmak kolay kolay mümkün olmazdı. Bunlardan başka bir de benim anımsadığım, boya, badana işleriyle uğraşan bir “Arap Memili” vardı. Arap Memili’nin biraz aykırı, netameli ve olumsuz bir kişilik olduğunu söyleyebilirim. Gittiği yerlerde her an kavga ve olay çıkarmaya eğilimliydi. Gündelik işinde gücünde, kendi halinde yaşayan, ortalama ve sade insanlarımızın çekinip korktukları, uzak durmaya çalıştıkları, istenmeyen, olumsuz bir tipti. Hafızam beni yanıltmıyorsa 70’li yılların başlarında, Siptilli Çarşısı yakınlarındaki Çetin Apartmanı önünde bıçaklanarak öldürüldü. Bunlardan başka ayrıca; naçizane bu satırların yazarı olarak bendenizin de çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği, 60’lı, 70’li yıllarda kendine özgü ve özgün bir yapısı olan ve adeta bir Babil Kulesi niteliği taşıyan Fahri Işık’ların, Niyazi Saltan’ların, İbrahim Tatlıses’lerin, Müslüm Gürses’lerin, İzzet Altınmeşe’lerin kendilerine mekân tuttukları, çok renkli ve hareketli bir bölge olan Demirkapı semtindeki kahvehanelerde garsonluk yapan “Arap Hamza” vardı. Demirkapı semtinin mahalle takımında futbol da oynardı. Çok renkli, eğlenceli ve neşeli bir insandı.

Düğünlerin vazgeçilmez eğlencesi ve neşesiydi. Çok iyi halay çeker, çeşitli yöresel oyunları da çok iyi oynardı. Naçizane bendeniz de kendisini, Demirkapı’da Yıldız Garajı girişindeki ünlü Selah’ın kahvesinde garsonluk yaptığı bu yıllarda tanıma olanağı buldum. Ne yazık ki, 80’li yıllarda geçirdiği elim bir trafik kazası sonucunda genç yaşında yaşamını yitirdi. Yine o yıllarda, okuduğumuz okullarda birlikte öğrencilik yaptığımız, kıvır kıvır saçlı, siyahi Afro-Tarsuslu kız arkadaşlarımız, sayılarının da çok az olması nedeniyle yolda, sokakta çok nadiren rastladığımız, adlarına “Arap Bacı" denilen, yaşını başını almış Afro-Tarsuslu ninelerimiz de vardı. Günümüzde de hala, bazılarını benim de yakından bizzat tanıdığım, çok sevdiğim ve değer verdiğim Afro-Tarsuslu kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız kentimizdeki varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Bilindiği gibi, daha çok Batı Anadolu’da, yoğun olarak da Muğla, Antalya, Aydın ve İzmir yörelerinde yaşayan Afro-Türklerin sınırlı sayıdaki bir kısmı da Tarsus’ta yaşamaktadır. Bu Afro-Tarsusluların ataları tarihsel süreç içerisinde Afrika’dan Tarsus’a getirilmişler ve buraya yerleştirilmişlerdir. Bugün adlarına Afro-Tarsuslular dediğimiz bu hemşehrilerimiz, zamanla Tarsus’un toplumsal ve kültürel yaşamının ayrılmaz ve yadsınamaz bir parçası haline gelmişlerdir. Ancak Afro-Tarsuslular olgusu Tarsus’un yadsınamaz bir gerçekliği iken, her nedense hep görmezden gelinmiş, üstü örtülmüş ve adeta yok sayılmıştır. Tarsus tarihinin ve kültürünün hiçbir noktasında, Afro-Tarsusluların Tarsus’a neden, niçin ve nasıl geldiklerinden, kimliklerinden, Tarsus’un toplumsal yaşamındaki yerlerinden ve önemlerinden tek bir sözcükle dahi söz edilmemiş olması kanımca çok büyük bir eksikliktir. Bir toplumsal olgunun ve bir kültürün görmezden gelinmesi ve adeta yok sayılması, başlı başına üzerinde durulması gereken üzücü, düşündürücü ve bir hayli de ilginç bir konudur. Siyahi Afrikalıların yalnız Tarsus’a değil Anadolu’ya gelmeleri de İnsanlık tarihinde yaşanan köle ve insan ticaretinin yaygınlık kazanmasıyla doğrudan doğruya ilişkili bir olgudur. İnsanlık tarihinde köle ticareti, Portekizlilerin 1400'lü yılların sonlarında Batı Afrika sahillerine gelmeleriyle birlikte başlamış ve 300 yıldan daha uzun süre devam etmiştir. Ülkemizde ve şehrimizde yaşayan Afro-Türk yurttaşlarımızın atalarının Anadolu topraklarına gelmeleri de bu süreçte gerçekleşmiştir. Anadolu’daki köle ticareti, tarımsal ürünlerin dünya ticaretindeki öneminin artmasıyla birlikte, 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren daha da yoğunluk kazanmıştır. Esir pazarlarından köle olarak satın alınan bu insanlar, tarımsal üretimin yoğun olduğu Aydın, Muğla gibi yerlere ve Çukurova’ya yerleştirilmişler; ev kölesi ve çoğunlukla da tarımsal üretimde ve ağır işlerde çalıştırılmışlardır. Askerlik hizmetlerinde çalıştırılanlar da olmuştur. Afro-Türklerin tarihleri, insan ve köle ticareti tarihinin insanlık dramları ve acıklı öyküleriyle doludur. Çok değerli, saygın yazarımız, sevgili dostum Ümit Bayazoğlu “Arap Kızı Camdan Bakıyor” adlı özgün eserinde bu insanlık dramlarını çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte köleliğin kaldırılması ve nüfus mübadelesinin yapılması Türkiye’de yaşayan bu Afro-Türk toplulukların da yaşamlarını köklü biçimde değiştirmiştir. 1926 yılında resmen Türk vatandaşlığına alınan ve tarım arazisi verilen bu topluluğun sayısı günümüzde 5.000 olarak tahmin edilmektedir. Cumhuriyet döneminde köylerde yaşayanlar genellikle topluluk içi evlilikler yaparlarken İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde ve Çukurova’da yaşayanlar ise Beyaz Türklerle evlenerek nesillerini sürdürmüşler ve çoğunlukla da melezleşmişlerdir. Günümüzde Afro-Türklerin en büyük sorunu, içinde yaşadıkları Türk toplumunda fazla tanınmamaları ve bilinmemeleridir. Gerçekten de siyahi olan çoğu yurttaşımız, benim de yazımın başında belirtmeye çalıştığım yanılgılara benzer biçimdeki yanılgılara düşülerek Türkiye’ye sonradan gelen turist ya da Afrika göçmeni sanılmaktadır. Bunların, doğma büyüme Türk vatandaşı olmaları olasılığı hiç göz önünde bulundurulmamaktadır. Afro-Tarsusluların ve kültürlerinin gün yüzüne çıkartılması için çeşitli araştırmalar yapılmasında ve etkinlikler düzenlenmesinde sayısız faydalar vardır. Bu çeşit etkinlikler, örtülü bir kültürün açığa çıkmasına yardımcı olacak, Tarsus kent yaşamına ve kültürüne renk katacak ve kültürümüzün daha da çeşitlenip zenginleşmesine büyük katkılar sağlayacaktır.

E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL