Günlük yaşamın olağan akışı içerisinde hemen hemen hepimiz, toplumsal şiddet olaylarına, özellikle de kadına yönelik şiddet olaylarına tanık oluyoruz. Gün geçmiyor ki, topluma dalga dalga yayılan: “Erkek Arkadaşı Var Diye Kızını Öldürüp Yol Kenarına Attı”, “Pompalı Dehşeti, Tarsus'ta çıkan olayda bir kişi pompalı tüfekle vuruldu”, “Oğlu tarafından kalbinden bıçaklanan baba hayatını kaybetti”, “Bir kadın cinayeti daha! Kocası başından vurdu”, “Kendisini aldatan kocasını öldürdü!” şeklinde atılan manşetleri ve buna benzer daha pek çok haberleri gazetelerden okuyor, televizyonlardan izliyoruz. Son olarak, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu tarafından açıklanan "Eylül 2025 Kadın Cinayetleri Raporu"nda yer alan veriler ise Türkiye’nin kadın cinayetleri sorununun ne kadar büyük olduğunu ve ulaştığı boyutları gözler önüne serdi. Rapora göre, Türkiye’de 1 Eylül-30 Eylül 2025 tarihleri arasında 27 kadın ve 2025 yılının ilk dokuz ayında ise toplam 290 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Doğal olarak söz konusu raporun bu dehşet verici sonuçları, konuya duyarlı ilgili kamuoylarında büyük bir infial yarattı. Türkiye kamuoyunun genelinde ise yine aynı şekilde tepkiyle karşılandı. Her nedense ülkemizde, kadın cinayetlerinin önü bir türlü alınamıyor. Aslında her biri, olayı yaşayan bireyler açısından çok acıtıcı, çok yaralayıcı ve çok ağır travmalar yaratan bu şiddet olayları, toplumumuzun hemen hemen her kesimine yayılmış ve genel bir ülkesel sorun haline gelmiştir. Gazete haberlerinde sıklıkla gördüğümüz gibi çok iyi eğitim almış, toplum için iyi birer rol model oluşturduğu varsayılan profesörler, doktorlar, öğretmenler, imamlar, subaylar, polisler, sanayiciler, iş adamları ve sayabileceğimiz daha pek çok meslek adamları da çok rahatlıkla cinayet işleyebilmekte ve yakın çevrelerinde bulunan kendilerinden güçsüz kimselere karşı şiddet uygulayabilmektedirler. Bu kadar büyük bir yaygınlık kazanmış olan; hemen hemen her gün gerek yakın çevremizde somut olarak tanık olduğumuz ve gerekse de gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda izlediğimiz, sosyal medyadan bilgi sahibi olduğumuz bu çeşit şiddet olaylarını önlemek, tepki vermek ve nedenlerini araştırmak konusunda bu konuyla yakından ilgili kurum, kuruluş ve yetkililerin bile sessiz ve ilgisiz kaldıklarını üzüntü ve şaşkınlıkla izliyoruz. Bu ilgisizlik, toplumumuzda şiddet olgusunun ne kadar kanıksandığının ve sıradanlaştığının hazin bir göstergesidir. Şiddet olaylarının mutlak bir kadercilikle karşılanması ve uygulanan yaptırımların da yetersiz kalması şiddet olaylarının azalacağı yerde daha da artmasına neden olmaktadır. Bu durum karşısında özellikle kendi ülkemizde ve genel olarak ta tüm dünyada şiddet olgusunu anlamaya çalışmak, nedenlerini gerçekçi bir şekilde tanımlayabilmek ve oransal olarak indirgenebilecek en alt düzeylere indirebilmek için mücadele etmek, insanca erdemlere sahip her insan için insani ve vicdani bir görev haline gelmiştir. Aslında insan doğasının genetik bir özelliği olarak şiddet bilinçaltının derinliklerinde yer alan bir fenomendir. Bu nedenle, her zaman ve her yerde var olan şiddeti tanımlamak oldukça zordur. Kısaca açıklamak gerekirse şiddet, Arapçadan dilimize geçmiştir. "Sertlik, sert, katı davranış, kaba kuvvet kullanımı" anlamlarına gelmektedir. Bir başka tanıma göre şiddet; “bir kişiye, güç veya baskı uygulayarak isteği dışında bir şey yapmak ya da yaptırmak; şiddet uygulama eylemi, zorlama, saldırı, kaba kuvvet, bedensel ya da psikolojik acı çektirme ya da işkence yapma, vurma ve yaralama” şeklinde ifade edilmektedir. Genel olarak şiddeti; başkasını öldürme, sakat bırakma ya da yaralama yoluyla zarar verilmesi, bu tür eylemlerle başkasına karşı tehdit oluşturulması ve kısacası insana fiziksel ve ruhsal zarar veren her türlü eylem olarak tanımlayabiliriz. Günümüzde özellikle “ekonomik şiddet”in de başlı başına önemli bir şiddet türü olarak nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte ciddiyetle incelenmesi gerekmektedir. Bir ülkede çok yüksek oranlarda seyreden enflasyon ve işsizlik düzeyinin, yetersiz sosyal güvenlik olanaklarının da bir çeşit ekonomik şiddet olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çok düşük ücretler, sürekli yüksek enflasyon, yaygın işsizlik ve ekonomik durgunluk gibi etkenler insanca yaşamı neredeyse olanaksız hale getirir. Ekonomik ve sosyal güvencelerin yoksunluğu nedeniyle gelecek endişesi içerisinde yaşayan insanlar daha sorunlu ve gerilimli olabilirler. Bu durum bu kişileri şiddete daha yatkın hale getirebilir. Sonu kötü biten bir aile veya kahvehane kavgasının ya da bir işçi-polis, öğrenci-güvenlik görevlisi çatışmasının temelinde çoğu zaman bu tür bir ekonomik yoksunluğun bulunduğunu saptayabiliriz. Şiddet tek bir etkene bağlı olarak ortaya çıkmaz. Şiddeti ortaya çıkartan pek çok etken vardır. Bu etkenler ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Türkiye’de toplumsal şiddetin ve özellikle bunun bir alt çeşidi olan kadına karşı şiddetin ortaya çıkmasına neden olan temel etken ise verili toplum yapısıdır. Bilindiği gibi verili toplumlar ergil toplumlardır. Yani bu

çeşit ergil toplumlarda, toplum kesimleri ve toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkiler ekonomik, sosyal, siyasal ve fiziki güce göre belirlenmektedir. İkinci etken ise gelir dağılımı bozukluğu, kaynak yetersizliği ve üretim düşüklüğüdür. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak kadar üretim yapılamayan, kaynakları yetersiz ve gelir dağılımı bozuk olan ülkelerde daha başka hangi önlemler alınırsa alınsın toplumsal şiddet ve dolayısıyla kadına karşı şiddet önlenemez. Alınacak polisiye önlemler ve yapılacak yasal düzenlemeler tek başlarına toplumsal şiddeti önlemekte yetersiz kalırlar. Toplumsal şiddetle mücadelede atılması gereken ilk adım, gelir dağılımı bozukluğunun ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için gelir dağılımı reformu yapılarak gelir dağılımının dengeli, adil ve nispeten eşit hale getirilmesi gerekmektedir. Gelir dağılımı düzeltilmeden toplumsal şiddetin ve bunun bir çeşidi olan kadın cinayetlerinin ortadan kaldırılması ya da azaltılması pek de olanaklı değildir. Toplumsal şiddeti önlemek amacıyla kısa vadede öncelikle tüketim ekonomisinden vazgeçilerek üretim ekonomisine geçilmeli, ekonomik, sosyal, eğitsel, kültürel alanlar başta olmak üzere her alanda toplumsal kalkınma sağlanmalıdır. En önemlisi de çağ dışı, ezberci ve dogmatik, sınav odaklı ve yarışmacı eğitim modelinden vazgeçilerek Hasan Ali Yücel'in 1938’lerden sonra başlattığı hümanizm eğitimine ivedilikle geçilmelidir. Türkiye’de, kadın cinayetlerini asgariye düşürebilmenin bir yolu da ne yazık ki, tarihsel gelişim sürecinde ıskalanmış olan “Türk Aydınlanma ve Kültür Devriminin” de kaçınılmaz olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

MEÜ E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL