Savaronadan Dolmabahçe Sarayına, 10 Kasım

18 yaşında ayaklarına postal giymiş, soğuk sıcak, kar yağmur, çamur demeden her koşulda cepheden cepheye koşmuş, çeşitli hastalıkları cephede atlatmış koskoca bir devdi O…

Düşünüyorum da aynı ayakkabıyı üst üste kaç gün giyebilirim, giyebiliriz? Ya da hastayken ne kadar süre ayakta durur ve çalışabilirim, çalışabiliriz? Belki şöyle bir soru da sorulabilir. Sağlığımın önüne neleri geçirebilirim, geçirebiliriz?

Yıl 1938 Şubat. Siroz tanısı koyuldu. Uzun süreli istirahat ve perhiz önerildi, tedaviye hızla başlanmalı denildi. Peki O ne yaptı? Kan tahlili bile yaptırmadı. Aklında tek konu vardı. Hatay! Yine konu vatansa gerisi teferruattı. Sağlığı da olsa…

Atatürk hayatının son dönemlerinin elli altı gününü Savarona adlı yatında geçirdi. “Bir çocuğun oyuncağını bekler gibi bekledim”, dediği ikinci el yatında. Savarona bir projenin adıdır aslında. Bunun da onun zekasının ürünü olduğu apaçık ortada elbette. Herkes (yabancı büyük elçiler) onu geziyor zannederken, O eridiğini, hasta olduğunu, ölüme adım adım gittiğini göstermemek ve çalışmalarına devam etmek istiyordu. Bunun için sığındığı bir yerdi Savarona.

Hatay için şahsi meselem diyen Mustafa Kemal Atatürk, 1 Haziran 1938 günü yaveri, doktoru ve birkaç kişi ile birlikte Savaronaya geçti. Hatay’ı nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarına katarıma kafa yorup ve diğer çalışmalarını buradan yürüttü. Esti, gürledi dünyaya meydan okumaya devam etti. Hastaydı, durumu kötüye gidiyordu, tedaviye başlamalıyız sözlerini dikkate almıyor tedaviyi red ediyordu.

Milletler Cemiyeti 1936 yılında Atatürk’ü haklı bulmuş ve Hatay Türkiye’ye verilmeli kararı vermişti. Hukuken kazanılmıştı. Fransa ise kararı tanımıyor Hatay’dan çıkmıyordu. Fransa Milletler Cemiyeti’nin en güçlü üyesiydi. Günlerden Pazar takvimler Temmuz’un 4’ünü gösteriyor ve hava çok sıcaktı. Atatürk dış işleri bakanını aradı, “Fransa’ya ültimatom verin, 24 saat içinde Hatay’ı boşaltmazlarsa Türk Ordusu Avanoslardan Hatay’a iner”, dedi. 19 Mayıs 1938 bayram kutlamalarından bir gün sonra ayakta zor duracak bitkin, yorgun haliyle Ankara’dan Mersin’e geçmiş, orduyu ziyaret etmiş ve denetlemişti. Yani verilecek ültimatomun altı, aylar öncesinden doldurmuştu.

Dış işleri bakanı bunun mümkün olmayacağını, 24 saatte üstelik Pazar günü ilgili ültimatomu Fransa görmeden Paşa’nın Hatay’a orduyu sokacağını, görse bile bunu kabul etmeyeceğini ve savaş başlatacağını söylüyordu. Hatta savaşı engelleyemeyen bakan olarak tarihe geçmektense istifa ederim diyordu. Tartışmalar, müzakereler sürdü ve sonunda bizim görmediğimiz Paşa’nın gördüğü bir şey var denildi. Ültimatom, Fransa büyük elçimize ulaştırıldı. Büyük elçimiz Fransa’nın bakanlarını tek tek telefonla aradı. Hepsine, “Atatürk’ü artık zapt edemiyoruz, oturun çalışın karar verin, aleyhte de olsa kararınızı bildirin lakin bu durumda olabileceklerin sorumluluğu Fransa’ya ait olacaktır.” dedi.

5 Temmuz 1938 günü Türk Ordusu öncü kuvvetleri ile bando eşliğinde Hatay’a yürüdü. Fransa yönetimi sabaha kadar çalışmış ve Fransa’dan haber gelmişti, Hatay’ı boşaltıyorlardı. Tek kurşun atılmadan mehter marşı ile Hatay’a girilmişti. Yine Atatürk psikolojik baskı kurmuş, stratejik hareket etmiş ve uluslararası hukuka uymayan Milletler Cemiyeti’nin en güçlü üyesi Fransa’yı dize getirmişti. Bunların hepsi sadece 1 gün yani 24 saat içinde gerçekleşmişti.

Artık şahsi meselesi çözülmüş, Anadolu topraklarının son karışı da düşman işgalinden kurtarılmıştı. Tedavisi başlayabilirdi bunu da kabul etti fakat artık 42 kiloya kadar düşmüş, ne yürüyebiliyor ne de oturabiliyordu. Ağrıları artmış, kemikleri ona batar olmuştu. Ama olsun Hatay kurtarılmıştı.

Tarih 25 Temmuz 1938’i gösteriyor. Tedavi için Dolmabahçe Sarayı’na dönmenin zamanı gelmişti. Savaronadan çıkış çokta kolay olmayacaktı. Hekimler, genel sekreter, yaveri konuşuyorlardı. Nasıl olacaktı? Atatürk kanepeye uzanayım kanepe ile çıkalım dedi çözüm yine ondan geldi. Önce provalar yapıldı. Kanepenin kapıdan çıkabileceği kanaati oluştuktan sonra gece yarısı, savarona Dolmabahçe Sarayı’na yaklaştırıldı ve demir atıldı. Deniz sığ, daha yakına gelemiyordu. Acar motora aktarılıp sonra saraya geçecekti. Dolmabahçe Sarayı’nın tüm ışıkları kapatıldı, yine kimse görmemeliydi özellikle Mehmet görmemeliydi. Onların aklında Çanakkale, Sakarya’da olduğu gibi güçlü heybetli komutan olarak kalmak istiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin umudu, geleceği, dinamiği bitmemeliydi. Yine söz konusu vatansa gerisi teferruat oluyordu.

Savaronodan bir motora kanepeyle alındı. İlerliyorlar! Doktorlarından başlayan hıçkırıklar duyulmaya başladı. Belli etmemeye çalıştılar. Mustafa Kemal son kez subaylarına selam verip Allaha Ismarladık dedi, askerleri öyle bir sağ ol patlattı ki keşke hala sağ olabileydi.

Bunlar orada olurken, bir ay öncesinde O’nun için Dolmabahçe Sarayında yaptırılan asansörün kapısı açıldı ve Atatürk ikinci katta bulunan odasına çıkarıldı. Son evresiydi. Vatan ve Türk Milletine olan sevdası nedeniyle çok geç kalınmıştı. Bir daha ayağa kalkmadı, yürümedi, şiddetli ağrılar, karın bölgesinde biriken sular, iştahsızlık, kusmalar, sararan beniz devamında geldi. Hep başında duran doktorları ve yaveri Salih Bozok oldu. Hiç kimse hiçbir şey yapamıyor, siroz sinsi sinsi Atamızı bu dünyadan alıp götürüyordu. 10 Kasım günü saat 9’u 5 geçiyor. Onlarca savaş, binlerce okunmuş kitap, yazılmış Nutuk, Cumhuriyet, kurulmuş kürsüler, fabrikalar, haklar, kadınlar ve çocukların geleceği sığdırılmış kısacık bir hayat son buluyordu. Nasıl dayanırdı yürek, nasıl katlanılırdı bu acıya. Dayanmadı da. Yaveri Salih Bozok koşarak uzaklaştı odadan. Arkasından seslendiler ama durmadı. Alt katta bir odaya girdi ve kapıyı kapattı. Bir el atılan silah sesi geldi. Salih Bozok kendini kalbinden vurmuştu.

10 Kasım sabahı o siren sesi her yükseldiğinde, Dolmabahçe Sarayı'nda bir devrin kapandığını değil, bir milletin umudunun yeniden filizlendiğini hatırlamalıyız. O, hayatının son anına kadar yürüyecek gücü kalmadığında bile, zekasıyla ve iradesiyle Hatay gibi en büyük zaferlerinden birini bizlere emanet etti. Şimdi bize düşen; onun o zorlu koşullarda, o yıpranmış bedenle bize bıraktığı cumhuriyeti, fabrikayı, kürsüyü, hakları ve özgürlüğü korumaktır. Sadece 9’u 5 geçe durmak değil, 9’u 6 geçe onun 'şahsi meselem' dediği vatanı koruma bilinciyle, tıpkı onun gibi yorulmadan, durmadan, aynı ayakkabıyla da olsa ileriye yürümektir.

Çünkü bu vatan, O’nun bize bahşettiği, en kutsal emanetimizdir. Saygıyla ve minnetle…