(Torosların eteğinde, Mut’un bereketli topraklarında Karacaoğlan (Çukur) köyünde yaşanmış bir aşkın destanı)
Torosların eteğinde Mut’un Karacaoğlan (Çukur) köyü vardır. Karacaoğlan köyünde dağların dumanı sabah vakti obaların üzerine çöker, çiçeklerin kokusu yaylalara siner.
İşte böyle bir günde, 17. yüzyılın büyük ozanı Karacaoğlan sazını omzuna atıp Çukur köyüne geldi. Köy meydanında sazının teline vurdu, sesi Toroslara çarpıp, yankılandı. Türkmenler toplandı, gözler pırıl pırıl, dinlediler. Karacaoğlan’ın dilinden şu dizeler döküldü:
“Burcu burcu kokar durur Mut’un gülleri gülleri… Bülbül gibi şakır durur Tatlı dilleri dilleri…”
İşte o sırada, oba beyinin kızı, güzeller güzeli Elif —yörenin dilinde Karacakız— onu dinliyordu. Saçları gece gibi kara, gözleri Torosların pınarları kadar berraktı. Karacaoğlan’ın gönlüne bir ateş düştü; sazının teli titredi, yüreği coştu.
Günler günleri kovaladı. Karacaoğlan her türküsünü Elif için söyledi. Her dizesinde onun adını gizledi. Karacakız da yüreğinde hissettiklerini saklamadı; gözleriyle söyledi sevdiğini.
Lâkin oba beyi bu sevdadan hoşnut olmadı. Bir gece Karacaoğlan’ı çadırına çağırdı: — “Ey ozan, sazını dinledik, sözünü sevdik. Ama bil ki bu oba kızını sana vermez.” dedi. Karacaoğlan’ın yüzü soldu, gözleri buğulandı. O gece sazını eline aldı ve hüzünle söyledi:
“İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye… Deli gönül Abdal olmuş Gezer Elif Elif diye…”
Ama oba beyinin kararı kesindi. Karacaoğlan sabah olmadan gurbete düştü. Çukurova’nın yollarını arşınladı, dağlar aştı, şehirler dolaştı; Adana’ya, Kahramanmaraş’a, Gaziantep’e, Bursa’ya, İstanbul’a gitti. Ama her nereye gitse gönlü Çukur köyünde, yüreği Karacakız’da kaldı.
Yıllar geçti. Karacaoğlan’ın saçı sakalı ağardı, ama aşkı hiç eksilmedi. Bir gün, yüreğinde bir çağrı hissetti; sazını omzuna vurup tekrar Mut’a geldi. Çukur köyünün meydanında herkese Karacakız’ı sordu. Yaşlı bir köylü başını eğdi: — “Oğul,” dedi, “Karacakız yıllarca seni bekledi. Günlerce şu karşı tepenin başında oturdu. Umudu tükendi, ömrü bitti, orada can verdi.”
Karacaoğlan’ın dizlerinin bağı çözüldü. Yavaş adımlarla Karacakız’ın mezarına çıktı. Mezar başında oturdu, gözlerinden yaş süzüldü, sazını son kez teline vurdu. Günlerce o tepede türküler söyledi. Sonunda bir sabah, güneşin ilk ışıklarıyla, Karacaoğlan sazına yaslandı ve sessizce can verdi.
Köylüler onu tam Karacakız’ı görebileceği karşı tepeye defnetti. O günden sonra biri Karacakız Tepesi, diğeri Karacaoğlan Tepesi diye anıldı.
Ve yöre halkı der ki: Yaz gelince geceleri bu iki tepeden biri mavi, biri yeşil bir ışık yükselir; gökyüzünde birleşir. Bu ışıklar Karacaoğlan ile Karacakız’ın ruhlarıdır. Ancak gerçekten sevenler, gönlü aşk ile yanmış olanlar görebilir o ışığı…
Ve Toroslardan hâlâ yankılanır Karacaoğlan’ın sesi:
“Uryan geldim ise, uryan giderim, Ölmemeye elde fermanım mı var? Azrail gelmiş de can talep eyler, Benim can vermeye dermanım mı var…”
Böylece kavuşamayan iki sevdalı, toprağın koynunda kavuştu. Bugün Mut‘un rüzgârı hâlâ bu destanı fısıldar, Toroslar hâlâ bu aşkı anlatır…
Her yıl Karacaoğlan Şenlikleri’nde sazlar çalınır, türküler söylenir. Çukur köyündeki anıt mezara gelenler, bu iki tepeye bakar, içlerinden dua eder.
“Aşkın adı Karacaoğlan, Sevdanın adı Karacakız…” derler.
Ve bilirler ki; bu topraklarda aşk, dağlar kadar yüce, yaylalar kadar özgürdür. Karacaoğlan’ın sazından yükselen o yanık ses, hâlâ Mut‘un semalarında dolaşır…
YAŞAMDAN İZLER İbrahim ARI 17092025