'..Unutmayalım ki kurumları nitelikli yapan nitelikli insan gücüdür. Bu kural yönetim biliminin, çok bilinen değişmez ve şaşmaz kurallarından birisidir..."

İnsanlar doğaları gereği belirli bir yerde, belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda yaşarlar. İşte insanların iş birliği ve dayanışma içerisinde üzerinde bir araya geldikleri, ortak sorunlarını çözmeye, ortak ihtiyaçlarını gidermeye çalıştıkları, kendileri için güvenli yaşam alanları oluşturdukları ve barış içinde bir arada yaşama arzusu içerisinde bulundukları toprak parçalarına ve üretim araçlarının, sermayenin, ihtiyaçların toplanmış bulunduğu, yüksek zevklerin temsil edildiği yerleşim yerlerine kısaca “kent” veya Farsçadan dilimize geçerek yerleşmiş olan bir sözcükle yaygın olarak “şehir” diyoruz. Şehir sözcüğü TDK sözlüğünde; “nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, kent veya site” şeklinde tanımlanmıştır. İnsanlık tarihi süreci boyunca her çağın ve her uygarlığın kendine özgü şehirleri ola gelmiştir. Kentleşme ya da şehirleşme 18. Yüzyılın II. Yarısında meydana gelen Sanayi Devrimi’nden sonra yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Giderek günümüzde, on milyonlarca insanın bir araya gelerek yaşadıkları metropoller ve megapoller ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca bazı kentler, kimi devlet adamlarından ve yerel yöneticilerden etkilenmişlerdir. Bu devlet adamları ve yöneticiler, deyim yerindeyse bazı şehirlere adeta damgalarını vurmuşlardır. Örneğin, ABD’nin kurucu Devlet Başkanı George Washington, Amerika’nın Başkenti Washington, DC’nin kuruluşunda ve gelişiminde aktif rol oynamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk ise, 1920’li yıllarda küçücük bir Anadolu kasabası olan Ankara’yı Başkent yapmıştır. Bu küçük Orta Anadolu kasabasının büyük ve çağdaş bir kente dönüşmesinde çok önemli katkıları olmuştur. Çok ilginçtir, Makedonya Kralı Büyük İskender, fethettiği ülkelerde kendi adını verdiği yeni ve büyük şehirler kurulmasına öncülük etmiştir. Mısır’daki, limanları ve kütüphanesiyle ünlü İskenderiye şehri ve ülkemizdeki, yine bir liman kenti olan İskenderun ilçesi, bu uygulamanın günümüze kadar gelen örnekleri olarak hala varlıklarını sürdürmektedir. Kentler, vermeye çalıştığımız örneklerde olduğu gibi çeşitli tarihsel kişiliklerden etkilenmişlerdir. Ancak kentler ve insanlar arasında tek taraflı değil, karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bu nedenle kentler, içerisinde doğup büyüyen ve yaşayan, çeşitli vesilelerle göç ederek buraya yerleşen ya da orayı ziyaret ederek tanımak ve gelip geçmek durumunda kalan insanları daha çok etkilemişler ve bazen de üzerlerinde silinemeyecek derecede etkili izler bırakmışlarıdır. Bizim tarihimizde, Lale Devri adı verilen devrin ve adı bu devirle özdeşleşmiş olan unutulmaz Divan Şairi Nedim’in; “Bu şehr-i İstanbul ki bî mislü behâdır// Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” dizeleriyle başlayan ünlü “İstanbul Kasidesi”nde, İstanbul şehrini paha biçilemez olarak nitelendirmesi ve İstanbul’un bir tek taşına bütün bir acem ülkesinin, yani İran’ın feda edilebileceğini söylemesi, açıklamaya çalıştığımız böyle bir kent ve insan etkileşimini gösteren somut bir örnektir. Demek ki şair yaşadığı kenti bu kadar değerli ve yüce olarak görmektedir. Ünlü Çek yazar Franz Kafka, yaşamı boyunca her nereye giderse gitsin hep aşk-nefret ilişkisi yaşadığı kentine geri dönmüş ve yaşadığı kentten bir türlü ayrılamamıştır. Bu nedenle, doğup büyüdüğü kent olan Prag kenti için “Bazı şehirler vardır ki insanı kendilerine esir ederler. Ben de Prag şehrinin esiri oldum. Prag sizi asla bırakmaz. Bu tatlı küçük ananın çok güçlü pençeleri vardır. Bu güçlü pençelerden bir türlü kurtulamadım ve hep Prag’da yaşamak zorunda kaldım” sözlerini boşuna söylememiştir. Yine aynı şekilde Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı da o çok ünlü “Mavi Sürgün” adlı yapıtında; sürgüne giderken ilk defa bir tepeden kuşbakışı gördüğü Bodrum’a ilişkin duygu ve düşüncelerini “bu şehri görünce içimde büyük bir aydınlık, rahatlama ve mutluluk hissettim. Sanki yaratılışıma kavuşmuştum” sözleriyle açıklamıştır. Ve sürgün cezası bittikten sonra da bir daha bu şehirden ayrılamamış ve tüm yaşamını Bodrum kentinin gelişip güzelleşmesine adamıştır. Bu ve buna benzer yazınsal örnekleri çoğaltabilir. Bazı şehirler için söylenmiş nice kuruluş efsanesi anlatabilir. Yazılmış nice şiirleri, romanları ve şehirlerin adlarına yakılmış “Yaylalar içinde Erzurum yayla// Şehirler içinde Konya’dır Konya” ya da “Malatya Malatya bulunmaz eşin” gibi nice yanık türküleri de sayabiliriz. Ancak bizim amacımız, bu tür yaşanmışlıkları ve örnekleri sıralamaktan daha çok bazı kentlerin insanları neden bu kadar derinden derine etkilediklerini, yaşamları, kişilikleri ve mutlulukları üzerinde neden bu denli belirleyici olduklarını ve buna karşın bazı şehirlerin ise insanlar üzerinde neden hiçbir etki ve iz bırakmadan günlük yaşamlarını öyle sıradan, anlamsız, renksiz ve monoton bir şekilde

sürdürdüklerini ortaya koymak ve anlamaya çalışmaktır? Bu olguyu inceleyen çeşitli bilim dalları vardır. Bunlardan bir tanesi de kent sosyolojisi bilimidir. Kentlerin birbirlerinden farklı yapı, özellik, doku ve karakterleri Kent Sosyolojisi yazınında “Kent Kimliği” kavramıyla açıklanmaktadır. Kent kimliği kısaca, “her kentin kendi fiziksel, kültürel, sosyo-­‐ekonomik ve tarihsel süreçlerinde şekillenen, bünyesinde barındırdığı kimselerin yaşam biçimlerine göre oluşan, kentin biçimsel değişimlerine göre kendi kendisini yeniden üreten, geçmişten geleceğe uzanan çok yönlü bir özellik” olarak tanımlanmaktadır. Bir başka tanıma göre ise kent kimliği, “kente ait olan, o kenti diğerlerinden farklı kılarak o kente değer katan, o kente özgü unsurların oluşturduğu bir bütündür. Kent kimliğinin ondan ayrılmaz en önemli parçası kent kültürüdür. Kent kültürü ise kısaca, kentte yaşayanların geçmişten günümüze oluşturduğu maddi ve manevi değerler bütünü şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bizlere; o toplumun gelenek ve göreneklerini, alışkanlıklarını ve yaşam biçimlerini göstermektedir. Kent kimliği şüphesiz ki çok önemlidir. Kent kimliğine sahip olan kentler, bu kimlikleriyle tanınırlar ve o şekilde anılırlar. Dünya kentlerinden bazı örnekler verecek olursak örneğin, Fransa’nın başkenti Paris bir “kültür, sanat ve moda” merkezi olarak bilinir. Bugün Amerikan otomotiv sanayi denilince akla ilk gelen kent Detroit şehridir. Kumarhaneler ve eğlence merkezi denildiğinde ise akla ilk olarak Las Vegas, Monte Carlo veya Bazı Kuzey Kıbrıs kentleri gelmektedir. Sinema denilince dünyada hemen hemen herkesin aklına ilk önce Cannes veya Hollywood kentleri gelir. Türkiye’den örnek verecek olursak örneğin İstanbul, bir sanayi, turizm, ticaret ve sanat merkezidir. Bursa, bir sanayi şehridir. Eskişehir, bir üniversiteler kentidir. Antalya ismi ise bizlere hemen turizmi çağrıştırır. Demek ki Antalya, ülkemizin bir turizm merkezi haline gelmiştir. Ve adı turizmle özdeşleşmiştir. Bu gibi örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ülkemizde 1950’li yıllarda sanayinin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte kırsal kesimlerden özellikle büyük şehirlere bir iç göç hareketi başlamıştır. Ülke nüfusu, plansız, kontrolsüz ve hızlı bir biçimde artmaya devam etmiştir. Bu artış günümüze kadar ne yazık ki durdurulamamış ve kontrol altına alınamamıştır. Aksine, uygulanan göç ve göçmen politikalarıyla nüfusumuz daha ada artmıştır. Bu nedenle ülkemizde, büyük bir konut açığı ve dolayısıyla büyük bir barınma krizi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda şehirlerin imar planları allak bullak olmuş ve uygulanamaz hale gelmiştir. Türkiye’ye özgü bulunan geçici ve keyfi çözümlerle adına “gecekondulaşma” ve “çarpık kentleşme” dediğimiz olgular ortaya çıkmıştır. Politik amaçlarla ve özellikle de oy kaygısıyla sık sık çıkartılan imar afları bu gecekondulaşma süreçlerini özendirmiştir. Tabii bu bozukluklar kendi ekonomisini de yaratmış, adına “gecekondu mafyası” dediğimiz çetelerin, kentsel toprak yağmacılarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Giderek şehirlerimiz, kendilerine özgü tarihi, estetik ve mimari özelliklerini ve doğal güzelliklerini kaybetmeye, kimliklerini yitirmeye ve sıradanlaşmaya başlamışlardır. Türkiye’nin şehirleri, Edirne’den Ardahan’a kadar adeta TOKİ evleriyle donatılmış, prototip inşaat projeleriyle dikey büyüyen, biri birinden farkı olmayan, estetik güzelliklerden ve mimari özelliklerden yoksun yerleşim yerleri haline gelmiştir. Günümüzde, plansız, kontrolsüz ve hızlı nüfus artışı nedeniyle zaten yüksek olan ülke nüfusuna bir de dış göçlerle gelen ve sayıları on milyonlarla ifade yabancı nüfus eklenmiştir. Bu durum, konuta duyulan ihtiyacı arttırmakta ve inşaat malzemesi üreten sanayicilerin ve inşaat müteahhitlerinin iştahlarını kabartmaktadır. İstatistiklere göre Türkiye, dünyada en çok çimento ve asfalt dökülen ülke haline gelmiştir. Tabii kentlerimizi bu betonlaşmadan, bu çarpık şehirleşmeden kurtarmak ve kentlerimizin kimliğini ve kültürünü koruyup geliştirmek için yerel yönetimlere ve onların yöneticilerine çok büyük görevler düşmektedir. Ancak geliniz görünüz ki Türkiye’de belediyecilik çoğunlukla kentsel topraklar üreterek bunlardan rant devşirmek ve kısa yoldan zenginleşmek amacıyla yapılan bir uğraşı haline gelmiştir. Toplumsal, estetik, mimari, sanatsal ve insani kaygılar adeta bir tarafa itilmiş ve dışlanmıştır. Yapılan çeşitli bilimsel araştırmalarda, kent kimliğine ve kent kültürüne sahip olmayan şehirlerde yaşayan insanların çok büyük oranda kendilerine ve toplumlarına yabancılaştıkları ve bu çeşit kentlerde ise toplumsal anominin giderek daha yaygın hale geldiğini ortaya koyan çeşitli bilimsel araştırmalar yapılmıştır. Bu nedenledir ki, ekonomik bir yıkım ve idari bir kaos devralan yeni belediye yönetimleri; devraldıkları bu kötü mirasın üstesinden gelmeye çalışırlarken aynı zamanda tarihsel, estetik, mimari ve doğal güzelliklerini kaybederek kimliklerini ve öz kültürlerini yitirmiş, sıradanlaşmış ve

anlamsızlaşmış olan kentlerimizi düzeltmek, eski güzelliklerine kavuşturmak, daha yaşanılır ve kimlikli kentler haline getirebilmek için gerekli olan planlı ve sistemli çalışmaları yapabilirler ve yönetsel yapıları oluşturabilirler. Yoksa şehirlerimizi yeniden ayağa kaldırarak ihya etmek ve içerisinde yaşayan insanlarımızı mutlu edebilmek için yeterli yetenekli, idealli ve nitelikli yöneticileri ve kadroları iş başına getirmekten başkaca hiçbir seçenek bulunmamaktadır. Unutmayalım ki kurumları nitelikli yapan nitelikli insan gücüdür. Bu kural yönetim biliminin çok denenmiş, çok bilinen değişmez ve şaşmaz kurallarından birisidir.

MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL