Kapitalizm, Modernleşme Süreci içinde hâkim üretim ilişkileri haline gelirken standartlarını, kurallarını, ihtiyaç duyduğu insan tipini de üretti. Modern insan şimdiyi kurgularken, bütüncü bir yaklaşım içinde hareket etti. Geleceğe uzanırken geçmişine yaslandı. 

Yaşadığı iki dünya savaşı ardından insan, kendi yarattığı düzenek (makine, üretim biçimi) tarafından belirlendiğini görünce yabancılaşma duygusu yaşamaya başladı. Çeşitli savunma mekanizmaları geliştirmeye başladı. Tekelci Sermaye (Finans Kapital), yeryüzünde sınırsızca at oynatabilmek üzere uygun politikalar geliştirmek, devletleri yeniden yapılandırmak için bu gelişmede kendine uygun bir zemin buldu. 

Sınırlar belirsizleşmeli, özgürlük, adalet, eşitlik gibi idealler silikleşmeli, geçmiş ile gelecek arasındaki bağ kopmalı, birey parlatılmalı, felsefe-rasyonel düşünme (akılcılık)- mantık ayağa düşmeliydi. 

Artık dönem, Yapı-Bozum dönemiydi. Eklektik, popülist, sığ, anlamsız gibi görünen ama neye hizmet edeceği önceden belirlenmiş deneyimler üretmek lazımdı. İnsanları manipüle edecek, oyalayacak, boş zamanları dolduracak, tüketim heyecanı yaratacak, anlık haz peşinde koşturacak yaşantılar, deneyimler kurgulanmalıydı.  

Post modern süreç ile böyle tanıştık. Berlin duvarının yıkılması ardından bu süreç, 1990’dan itibaren hızlandı.

Türkiye, uluslaşmasını, modernleşmesini tamamlayamadan kendini böyle bir süreç içinde buldu. Sistemi kontrol altında tutmaya çalışanlar, muhtemelen, yeni süreçte kayıplarını telafi etmeye çalışan İslamcıların ( ki giderek güçlenmekteydiler) kullanışlı olabileceklerini gördüler. İki ezeli rakip (Türkçülük-İslamcılık) arasında uzlaşma doğdu.  

Post modernleşme ile gelen belirsizlik karşısında, aidiyet duygusu içinde kendini korumak isteyen muhafazakârlar, inanç sistemi içinde güvenli bir liman buldular. Bu duyguyu güçlendiren reislerine şükran duygusu içinde sıkıca bağlandılar. Post modern süreç içinde hasreti çekilen “istikrara” bu yolla ulaşılacaktı. Buna karşı çıkan, tehdit oluşturanlar ise Silivri’yi boyladı. 

Fakat insan, sonuçta aklını kullanabildiği, geçmişin deneyiminden çıkardığı derslerle geleceğe uzanır. Bunu yapabildiği ölçüde, belirli bir özgünlük içinde yaşar, kendini tanır, üretir. Geçmiş ve gelecek arasında zamansal bütünsellik ortadan kalktığında, anlam zinciri de kopar.  Deneyimler, birbiri ile ilişkisiz, geçici, sadece haz duygusu yaratan şimdilere indirgenir. Artık birbiri ile bağı olmayan deneyimler, yabancılaşmanın da ötesinde, şizofren yaşama kapı açar.

Bu yapı-bozum örneklerini mimari de, edebiyat da, siyasette, günlük dilde çevremizde çokça görüyoruz, hiç de şaşırmıyoruz.

Balıkesir’de şehre tepeden bakan bir Çamlık vardı. İlköğretmen Okulu öğrencilerinin Necati Yerleşkesinde yetiştirdikleri fidanlar ile oluşmuştu. 1960-1970 arasında kent sakinleri bu alanda piknik yaparlardı. Kentin belleğinde, kültüründe iz bırakan çok önemli bir mekândı. Cumartesi-Pazar günleri her ağacın altında bir aile serilir, çocuklar oyun oynar, yetişkinler çay içer, sohbetler ederdi. Bir sosyalleşme merkeziydi orası. Büyükşehir Belediyesi, bir proje başlattı. O güzelim ağaçlar kesildi, önce devasa bir Atatürk anıtı yapıldı. Sonra yapılan onca masraf çöpe atıldı, o anıt kaldırıldı. Yerine Hilal Minareli Şehitler Camii yapıldı. Nihayet Starbucks zincirinden ilham ile bir de Balbucks yapılarak yapı-bozum tamamlandı. Bu arada Balıkesir bir belleğini yitirdi. Artık o betonlaşmış bölgede in cin top oynuyor. 

Post modern mimari, tarihi yağmalayarak eline geçirdiği tek tük figürleri, ecdat yadigârı ilan edip ilgili ilgisiz mekânlarda kullanıyor. Ne işe yarayıp yaramayacağına bakmıyor, estetik kaygı gütmüyor. Bu eklektik anlayış içinde tarihi mekânlar, eserler harap olup gidiyorlar. 

Bu anlayış içinde görüntü, imaj ve popülizm, özden-anlamdan önce geliyor. 

Yabancılaşmanın şizofrene dönüşümü böyle bir süreçte oluyor. İstanbul’da Gezi Parkına Topçu Kışlası, Atatürk Hava Alanı’na Millet Bahçesi,  Atatürk Orman Çiftliği arazisine Dinozor Parkı yapılıyor. Üç beş kilo altın elde etmek uğruna Türkiye’nin dört bir yanında toprağa siyanür boca ediliyor. Bu absürtlüğe seçim meydanlarında siyasetçilerin söylemlerde de tanık oluruz. Örneğin bir Belediye Başkan Adayı, beni belediyeye başkan yapın, Gazze de soy kırıma uğrayan Filistinliler de kazansın, diyebiliyor. 

Post modern süreç içinde yaşanan belirsizlik, süreksizlik, karmaşa ve absürtlük ile otoriter, popülist liderlerin bazı ülkelerde iktidara gelmesi arasında ters, fakat anlamlı bir ilişki var gibi görünüyor. Merkez Bankasını kapatacağım diyen bir lider, Arjantin gibi bir ülkeye devlet başkanı olabiliyor. Amerika’da Beyaz Saray baskının arkasında olduğu düşünülen eski bir başkan, başkanlığa yeniden aday olabiliyor. 

İslamiyet varoluşu itibarı ile sosyal yaşamı düzenleme iddiası taşır, yani siyasidir, bu nedenle devleti hep öne çıkarmış, onunla eklemlenmiştir. 

Türkiye’de geçmişte Türkçülük üzerinden başarılamayan post modern koşullarda İslamcılık üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu süreçte devlet takviye edilir, güçlenir merkezileşirken, meşrulaştırıcı moral dayanak olarak İslamcılık öne çıkıyor. Türkçülük de ona payanda oluyor.

Sonuçta, bulanık suda, balık avlamak daha kolay oluyor.  

Not: Bu yazıda Şizofren Yaşam kavramı, birbiri ile arasında mantıksal ilişki kurulamayacak birbirinden kopuk deneyimlerden oluşan bir yaşam anlamında kullanılmıştır.