Yusuf Ziya AK

Bir düşten geliyorum.

Adı konmamış, kayda geçmemiş bir düşten.

Herkesin bildiği, herkesin yaşadığı ama kimsenin resmî cümlelere sığdıramadığı bir yerden.

Bu bir “merhaba” yazısı değil sadece.

Bu, susmanın artık tarafsız sayılmadığı bir eşikten verilen selamdır.

Kelimelerim kapıyı çalıyor bugün; ne usulca, ne de ortalığı yıkarak.

Çünkü bazı sözler vardır, fısıldarsan kaybolur; bağırırsan duyulmaz.

Doğru yerden, doğru sertlikle söylenmesi gerekir.

Bu köşe, günü kurtaran yorumların park alanı olmayacak.

Burada yalnızca ne olduğunu değil, neden olduğunu, kimin bedel ödediğini ve kimin sessizce kazandığını konuşacağız.

Görünmeyeni görünür kılmak için, normal diye yutturulanı yerinden etmek için ve en çok da

“yalnız değilsin” demenin hâlâ bir anlamı varsa onu hatırlatmak için buradayım.

Düş kuracağız, evet.

Ama gözler kapalı değil.

Gerçeğin tam ortasında, ayağımız çukura basmışken bile.

Her yazı bir itiraz olacak.

Ama öfkeden değil; hafızadan, vicdandan, inattan.

Eğer bu satırlarda kendinize rastlarsanız, bilin ki tesadüf değil.

Bu yol, tek başına yürünmüyor.

Memleketin Hâli: Gülümseyerek Taşınan Bir Yük

Şimdi gelin, vitrinin camını silelim.

Parlasın diye değil; çatlaklar gizlenemesin diye.

Saatler ileri alındı.

Gün uzadı dediler.

Ama gelecek hâlâ dar bir koridorda bekletiliyor.

Işık yanıyor, kapı kilitli.

Zaman ilerliyor ama hayat yerinde sayıyor.

Hep acelemiz var, hiçbir yere varamıyoruz.

Ekonomi şahlanıyor deniyor.

Şahlanan genelde kelimeler.

Rakamlar süslü, grafikler dik, cümleler iddialı.

Ama mutfakta tablo sade: tencere sessiz, cüzdan ince, hesap makinesi yorgun.

Fiyatlar koşuyor, maaşlar izliyor.

Biz arada nefes tutuyoruz.

Uçuyoruz deniyor; kanat yok.

Düşüyoruz ama yere varmak bile lüks.

Her şey çok “normal”.

O kadar normal ki olağanüstü olan tek şey, kimsenin artık şaşırmıyor oluşu.

Alıştık diyoruz, alışmak zorunda bırakıldığımız şeye.

Adalet var deniyor.

Var elbette.

Ama genelde geç geliyor.

Bazen de adresi şaşıyor.

Terazi ortada duruyor ama ağırlık hep aynı tarafa konuluyor.

Hukuk konuşuyor, vicdan dinliyor, son sözü çoğu zaman güç söylüyor.

Özgürlük kelimesi hâlâ kullanılıyor.

Ama dikkatli kullanılıyor.

Yanına yıldız konarak, altına dipnot düşülerek.

Bazı cümleler serbest, bazı kelimeler tutuklu.

Bazı fikirler makbul, bazıları “şimdi değil”.

Herkes konuşuyor.

Ama bazı sesler mikrofonsuz.

Bazı sözler daha söylenmeden kesiliyor.

Bazı gerçekler “yanlış anlaşılır” diye önden susturuluyor.

Suskunluk bazen tercih değil, bir güvenlik önlemi.

En çok bağıranlar, en çok “istikrar” diyenler, bizi her gün biraz daha kayan bir zeminde

“rahat olun” diye tembihliyor.

Zemin kayıyor, bizden dengeli durmamız bekleniyor.

Düşmemek başarı sayılıyor, yürümek hayal.

Gülmemiz isteniyor.

Şükretmemiz.

Sabretmemiz.

Anlamamız.

Çünkü anlamazsak, ayıp olur.

Sorgularsak, nankör.

İtiraz edersek, zamansız.

Ve o cümle geliyor:

“Şimdi sırası değil.”

Ne zaman diye sorunca, takvim susuyor.

Saat çalışıyor ama cevap vermiyor.

Oysa tam da sırası.

Tam da şimdi.

Çünkü bir ülkede hiciv çoğalıyorsa, gerçek çoktan ağırlaşmıştır.

İnsanlar derdini gülerek anlatıyorsa, ağlamanın bedeli artmıştır.

Gülmek, hayatta kalma refleksidir bazen.

Ama yine de…

Buradayız.

Bir yerden başlamak gerekir.

Bir cümleyle.

Bir itirazla.

Bir selamla.

Bu yazı karamsarlığın ilanı değil.

Bu yazı teslimiyet hiç değil.

Bu yazı, aynı ağırlığı taşıyanların birbirine bakıp “ben de buradayım” demesidir.

Düş ile gerçeğin kesiştiği yerde, sözümüz var.

Ve bu sefer, o sözü kısmıyoruz.

Yoldaşça bir selamla.